İçimden geldiği için, kendime kadar yazıyorum. Keşke gayem olsaydı; "güzel yazıyor" desinler diye. Biraz agresif olabiliyorum gayesi kendisi olanlara. Benim gayem kendim değil kendimden. Falan filan işte hoş geldiğiniz gecemin aydınlığına.
26 Haziran 2015 Cuma
21 Haziran 2015 Pazar
Özgürlük
Başlarken diye bir giriş yapmayacağım kusura bakmayın. Bildiğimiz gibi özgürlük kavramı hakkında yazacağım ama benden edebi bir yazı beklemeyin. Sokaktaki beyefendilerin ağzıyla yazıyorum.Böylesi daha iyi olacak inşallah.Bilimsel yazılara karşıyımdır samimilik hep eksik kalır . Yazacaksan samimi yazacaksın ve benden de böyle bir yazı çıktı.
ÖZGÜRLÜK ,HÜRİYET,ERKİNLİK
Rengi mavidir.
Birçok temsil edildiği nesne vardır ama en hoş olanı beyaz güvercindir.
Ve özgürlük nedir, en başta bunu bir dile getirmem gerekiyor herhalde. En anlatılır şekli şudur ki;
Her istediğini yapabilmek, hiçbir kısıtlamanın onun üzerine olmamasıdır.
Her canlı özgür müdür? Haşa saf özgürlük yanlız Allah’a mahsustur.
Hiçbir canlı tam anlamıyla özgür değildir ve olamaz da. Bu Allah’ın kanunlarına aykırıdır.
Özgürsün , içki iç , kumar oyna , fitne çıkar, iftira at, zina yap...
Eğer sen isteyip de yapabiliyorsan özgürsün, yapamıyorsan değilsin aslında olay bu kadar basit.
Merak etmeyin açıyorum yavaş yavaş ve biz bu dünyada özgürlük potansiyelimizin sadece en azını kullanabiliyoruz.
Peki geçmişte, gelecekte ve hala niye insanlar hüriyyetleri için savaşmışlardır? Niye bu kadar kan dökülmüş hala dökülüyor ve dökülecek ?
En basit olarak tarihimizden bir örnek vereyim.
Kürşat ve 40 yiğidi eğer onlar onu özgürlük kavramını bu kadar düşünmeselerdi nasıl tüm Türklere öncü olabileceklerdi ?
Ve insan yapısında neden özgürlük var ve neden bu kadar çok istiyor?
Bence insan genetiğinde var ve şöyle ki;
Eğer sen bir zevki tatmışsan, örneğin eroin bağımlılığı. Eroyin tatmayan bir insan onun verdiği zevki merak ediyor mu ? Ya onu tadan insanı düşünelim . Bağımlıları onun zevkini ve her ne lanetse artık bilmiyorum tattıkları için sürekli istemiyor mu ?
Peki insanoğlu nerde tattı bu özgürlüğü diyeceksizniz bana. Bende derim ki; insanoğlu öyle bir tatdı ki özgürlüğü hala tadı damağımızda.
Elestübi rabbiküm... Değil mi ? Rabbinin sesini duymadın mı orda ?
Veya Adem baban cennet nimetlerini tatmadı mı?
Cennet insanoğlunun özgürlüğünü sınırsız tadabilmesinin ikinci en büyük noktası değil miyd ? Hala duyarız, genelde çocukken söylemişlerdir ‘’ cennete aklınıza ne gelirse hemen karşında belirir’’ Eee bu özgürlüğün birebir tabiri değil midir? Peki insanoğlu kendini en özgür hissettiği; özgürlüğünün doruk noktası neresidir ? Cevap cok basit. Cemal-i İlahi’dir. Hiç duymadınız mı onun cemalini görseniz cennet nimetlerinden vazgeçersiniz, bakmazsınız bile o nimetlere diye. Şu da bir gerçek ki biz bu dünyadaki hareketlerimizin bedeli , ahirette özgürlüğümüzün kısıtlanmasıdır. Bu dünyada ne ekersen ahirette onu biçersin. Mürtet misin münafık mısın 7.kat günahkar mısın 1.kat cehhenneme. Hem özgürlükte, hem de insan yaratılışında en çok istediği şeyden mahrumsun , hem de bir ton ceza almışsın. Eminim insana orda en çok koyacak olan nedir biliyor musunuz, en üst seviyedeki özgürlüğü, Cemal-i İlahi’yeyi görememekten başka bir şey değildir. O zaman diyecek insan kendi kendine cennet de istemem cehennemi de ve Yunus Emrenin sözü gelecek aklımıza ‘’ Cennet cennet dedikleri birkaç köşk birkaç hüri isteyenlere ver onları bana seni gerek seni’’ Evet bu ahiretteki özgürlüktü peki dünyadaki ? Ben şöyle tasvir ediyorum kardeşlerim;
Dünyadaki özgürlük dedikleri şey,
Büyük bir tarla var , ucu bucağı yok tarlanın, her yer deniz gibi yem yeşil otlar çiçekler ve siz ve özgürlüğünüz aynı beden içinde bir koyunsunuz ve boğazınıza bir ip ile bir kazığa bağlısınız. Sadece ipinizin uzunluğunca yemek yiyebiliyorsunuz. İpiniz kaç metre ise o alan içerisinde dolaşabiliyorsunuz. İşte o koyun sizsiniz, o alan dünyadaki yapabilecekleriniz ve o ip ise Allah’ın koyduğu yasaklar ve kurallar. İpinizin ulaşabildiğiniz kadar özgürsünüz ve kısıtlı gelebilir size ancak ipi keserseniz ahiret hayatındaki milyarlarca km olan ipinizi de kesmiş olursunuz ipsiz ipsiz dolaşamassın o zaman tasma takarlar . Evet sen o ipi bile bile boğazına geçiriyosun, çünkü ahirette özgürlüğünün doruk noktasına varmasını diliyorsun. Aynen öyle çünkü Peygamberin (S.A.V) diyor ipini kısalt uzat diye. Sende gereğini yapıyorsun ve kardeşim o öyle bir ipki senin tuvalet kültürüne kadar girebiliyor. NETLİK BUDUR ! Allah en iyisini bilendir amentü , demişler ki insan insanoğlu araştırsın bulsun git bul ama kırmızı çizgiler bellidir, nettir, haktır! Ve ben şuna inanıyorum , insan dünyada Allah’ın dediği ip kısaltma tabirini kullanıyorum veya uzatma farketmez; eğer bunlara uyduğu vakit eminim ki dünyada da özgürlük ve huzurun doruk noktasına varacaktır. Kanıt, Allah dostlarının evliyaların intihar ettiğini, daralıp bunaldığını, bıkkınlık yaşadığını ‘’ya üff biktim be bu hayattan hadi bide ayol ‘’ dediğini duydunuz mu ? Komik evet ve onlar her şeyin Allah tarafından geldiğine inandılar. Herhangi bir batılı ülkede duymuşsunuzdur; adam intahar ediyor ve bıraktığı not şu; ‘’ Dünyada tadacak zevk kalmadı’’ Yani siz düşünün.
İnsan dünyada özgürlük sınırlarını bildiği zaman özgür olur. Yani sen içki içmek istiyosun özgür değilsin çünkü Allah yasaklamış , Allah merhametlilerin en merhametlisidir. Sana zarar veren bir şeyi senin için istememiş. Ve evet sen eğer içki içmeyi istemesen senin özgürlüğünü kesen var mı içmessen içme eyvallah ama içersen içme diyen var kısaca ve bu özgürlüğün tabirine sığar .
Kısaca sadece odur ki her istediğini alır ve her istediğini yapar. El-Kahhar ve El-Ahir olan odur. Yine odur ki bizi kendisini düşünmekten açiz yaratmıştır. Onun için boşuna çabalamayın düşünemessizniz . özgürlükte böyledir. Özgürlük nerededir biliyor musunuz ? İslamdadır. İslamda da insanı eşref-i mahlukkat yapan tasavvuftadır.
Başka yerde aramayın vesselam...
Recep Talha Büyükesen
ÖZGÜRLÜK ,HÜRİYET,ERKİNLİK
Rengi mavidir.
Birçok temsil edildiği nesne vardır ama en hoş olanı beyaz güvercindir.
Ve özgürlük nedir, en başta bunu bir dile getirmem gerekiyor herhalde. En anlatılır şekli şudur ki;
Her istediğini yapabilmek, hiçbir kısıtlamanın onun üzerine olmamasıdır.
Her canlı özgür müdür? Haşa saf özgürlük yanlız Allah’a mahsustur.
Hiçbir canlı tam anlamıyla özgür değildir ve olamaz da. Bu Allah’ın kanunlarına aykırıdır.
Özgürsün , içki iç , kumar oyna , fitne çıkar, iftira at, zina yap...
Eğer sen isteyip de yapabiliyorsan özgürsün, yapamıyorsan değilsin aslında olay bu kadar basit.
Merak etmeyin açıyorum yavaş yavaş ve biz bu dünyada özgürlük potansiyelimizin sadece en azını kullanabiliyoruz.
Peki geçmişte, gelecekte ve hala niye insanlar hüriyyetleri için savaşmışlardır? Niye bu kadar kan dökülmüş hala dökülüyor ve dökülecek ?
En basit olarak tarihimizden bir örnek vereyim.
Kürşat ve 40 yiğidi eğer onlar onu özgürlük kavramını bu kadar düşünmeselerdi nasıl tüm Türklere öncü olabileceklerdi ?
Ve insan yapısında neden özgürlük var ve neden bu kadar çok istiyor?
Bence insan genetiğinde var ve şöyle ki;
Eğer sen bir zevki tatmışsan, örneğin eroin bağımlılığı. Eroyin tatmayan bir insan onun verdiği zevki merak ediyor mu ? Ya onu tadan insanı düşünelim . Bağımlıları onun zevkini ve her ne lanetse artık bilmiyorum tattıkları için sürekli istemiyor mu ?
Peki insanoğlu nerde tattı bu özgürlüğü diyeceksizniz bana. Bende derim ki; insanoğlu öyle bir tatdı ki özgürlüğü hala tadı damağımızda.
Elestübi rabbiküm... Değil mi ? Rabbinin sesini duymadın mı orda ?
Veya Adem baban cennet nimetlerini tatmadı mı?
Cennet insanoğlunun özgürlüğünü sınırsız tadabilmesinin ikinci en büyük noktası değil miyd ? Hala duyarız, genelde çocukken söylemişlerdir ‘’ cennete aklınıza ne gelirse hemen karşında belirir’’ Eee bu özgürlüğün birebir tabiri değil midir? Peki insanoğlu kendini en özgür hissettiği; özgürlüğünün doruk noktası neresidir ? Cevap cok basit. Cemal-i İlahi’dir. Hiç duymadınız mı onun cemalini görseniz cennet nimetlerinden vazgeçersiniz, bakmazsınız bile o nimetlere diye. Şu da bir gerçek ki biz bu dünyadaki hareketlerimizin bedeli , ahirette özgürlüğümüzün kısıtlanmasıdır. Bu dünyada ne ekersen ahirette onu biçersin. Mürtet misin münafık mısın 7.kat günahkar mısın 1.kat cehhenneme. Hem özgürlükte, hem de insan yaratılışında en çok istediği şeyden mahrumsun , hem de bir ton ceza almışsın. Eminim insana orda en çok koyacak olan nedir biliyor musunuz, en üst seviyedeki özgürlüğü, Cemal-i İlahi’yeyi görememekten başka bir şey değildir. O zaman diyecek insan kendi kendine cennet de istemem cehennemi de ve Yunus Emrenin sözü gelecek aklımıza ‘’ Cennet cennet dedikleri birkaç köşk birkaç hüri isteyenlere ver onları bana seni gerek seni’’ Evet bu ahiretteki özgürlüktü peki dünyadaki ? Ben şöyle tasvir ediyorum kardeşlerim;
Dünyadaki özgürlük dedikleri şey,
Büyük bir tarla var , ucu bucağı yok tarlanın, her yer deniz gibi yem yeşil otlar çiçekler ve siz ve özgürlüğünüz aynı beden içinde bir koyunsunuz ve boğazınıza bir ip ile bir kazığa bağlısınız. Sadece ipinizin uzunluğunca yemek yiyebiliyorsunuz. İpiniz kaç metre ise o alan içerisinde dolaşabiliyorsunuz. İşte o koyun sizsiniz, o alan dünyadaki yapabilecekleriniz ve o ip ise Allah’ın koyduğu yasaklar ve kurallar. İpinizin ulaşabildiğiniz kadar özgürsünüz ve kısıtlı gelebilir size ancak ipi keserseniz ahiret hayatındaki milyarlarca km olan ipinizi de kesmiş olursunuz ipsiz ipsiz dolaşamassın o zaman tasma takarlar . Evet sen o ipi bile bile boğazına geçiriyosun, çünkü ahirette özgürlüğünün doruk noktasına varmasını diliyorsun. Aynen öyle çünkü Peygamberin (S.A.V) diyor ipini kısalt uzat diye. Sende gereğini yapıyorsun ve kardeşim o öyle bir ipki senin tuvalet kültürüne kadar girebiliyor. NETLİK BUDUR ! Allah en iyisini bilendir amentü , demişler ki insan insanoğlu araştırsın bulsun git bul ama kırmızı çizgiler bellidir, nettir, haktır! Ve ben şuna inanıyorum , insan dünyada Allah’ın dediği ip kısaltma tabirini kullanıyorum veya uzatma farketmez; eğer bunlara uyduğu vakit eminim ki dünyada da özgürlük ve huzurun doruk noktasına varacaktır. Kanıt, Allah dostlarının evliyaların intihar ettiğini, daralıp bunaldığını, bıkkınlık yaşadığını ‘’ya üff biktim be bu hayattan hadi bide ayol ‘’ dediğini duydunuz mu ? Komik evet ve onlar her şeyin Allah tarafından geldiğine inandılar. Herhangi bir batılı ülkede duymuşsunuzdur; adam intahar ediyor ve bıraktığı not şu; ‘’ Dünyada tadacak zevk kalmadı’’ Yani siz düşünün.
İnsan dünyada özgürlük sınırlarını bildiği zaman özgür olur. Yani sen içki içmek istiyosun özgür değilsin çünkü Allah yasaklamış , Allah merhametlilerin en merhametlisidir. Sana zarar veren bir şeyi senin için istememiş. Ve evet sen eğer içki içmeyi istemesen senin özgürlüğünü kesen var mı içmessen içme eyvallah ama içersen içme diyen var kısaca ve bu özgürlüğün tabirine sığar .
Kısaca sadece odur ki her istediğini alır ve her istediğini yapar. El-Kahhar ve El-Ahir olan odur. Yine odur ki bizi kendisini düşünmekten açiz yaratmıştır. Onun için boşuna çabalamayın düşünemessizniz . özgürlükte böyledir. Özgürlük nerededir biliyor musunuz ? İslamdadır. İslamda da insanı eşref-i mahlukkat yapan tasavvuftadır.
Başka yerde aramayın vesselam...
Recep Talha Büyükesen
12 Haziran 2015 Cuma
Dış Politika-Kamran İnan
Kitabın Adı: Dış Politika
Kitabın Yazarı: Kamran İnan
Yayınevi:Timaş
Kamran İnan:18 şubat 1928 de doğan yazar Ankara Hukuk’ tan sonra Cenevre siyasal’ ı bitirmiştir. Dışişleri Bakanlığı’nda çeşitli temsilcilik görevleri ve büyükelçilik yapmıştır. Çeşitli siyasal partilerden milletvekilliği ve devlet bakanlığının yanı sıra enerji bakanlığı’da yapmıştır.
DIŞ POLİTİKA
Her şey den önce kitap terimsel ve sıkıcı bir üslüpla yazılmamıştır. Bire bir devletin içinde yıllarca üst makamlarda çeşitli görevlerde bulunmuş birisi tarafından yazılmıştır. Bence devlet hayatı ya da özel yada ticaret hayatında tecrübe ve birikim çok önemlidir ve okuyacağınız bu kitapta Kamran İnan bunu devlet içerisinde çok acı bir şekilde yaşamıştır. Kitapta öncelikle dış politika tanımı ve faktörlerinden bahsediliyor. Jeopolitik konum, ekonomi, komşular, milli savunma iç ve dış kamuoyu. Bunlar irdeleniyor ve o dönemdeki örnekleriyle destekleniyor.
Türkiye nin tarihi mirası ile hiç yakışmayacak şekilde yıllarca basiretsiz ellerde nasıl yönetildiğini nasıl fırsatlar kaçırıldığını ve milli menfaatlerin ve bazı yerlerde milli onurun nasıl hiçe sayıldığına ilk ağızdan şahit olacaksınız. Soğuk savaş yıllarında Sovyetler korkusu ile nasıl Amerikan himayesinde yönetildiğini okuyacaksınız. Özellikle dış siyasetimizde nasıl rezillikler yaşandığını hangi toplantıya katılacağından habersiz diplomatla, dışarıda her diplomatın farklı cümleler kurarak ülkeyi zor duruma düşürmeleri. Ülke menfaati ve gereklerini değil de kendi menfaatleri için çalışan insanları acıyla okuyacaksınız.
Yazar bir bölümde dış politika iç politika ilişkisi irdeliyor. Dış politikanın iç politikayla paralel ve ayrılmaz olduğunu ve birbirlerinden direk etkilendiklerini anlatıyor. Dış politika hedefi menfaat sahası vb. konularda ünlü Amerikan dışişleri bakanı Kissenger dan örnekler veriyor.
Sonuç olarak dış politikaya meraklı ama akademik ve ağır bir yazı yerine direk pratikteki olayları öğrenmek isteyen (hemde çarpıcı bir şekilde) tecrübe ve birikimlere önem verenlerin zevkle okuyabileceği bir kitap.
AHMED FARUK DİNÇ AFD 22
MARMARA UNIVERSITY POLITICAL SCIENCE AND INTERNATIONAL RELATIONS
Kitabın Yazarı: Kamran İnan
Yayınevi:Timaş
Kamran İnan:18 şubat 1928 de doğan yazar Ankara Hukuk’ tan sonra Cenevre siyasal’ ı bitirmiştir. Dışişleri Bakanlığı’nda çeşitli temsilcilik görevleri ve büyükelçilik yapmıştır. Çeşitli siyasal partilerden milletvekilliği ve devlet bakanlığının yanı sıra enerji bakanlığı’da yapmıştır.
DIŞ POLİTİKA
Her şey den önce kitap terimsel ve sıkıcı bir üslüpla yazılmamıştır. Bire bir devletin içinde yıllarca üst makamlarda çeşitli görevlerde bulunmuş birisi tarafından yazılmıştır. Bence devlet hayatı ya da özel yada ticaret hayatında tecrübe ve birikim çok önemlidir ve okuyacağınız bu kitapta Kamran İnan bunu devlet içerisinde çok acı bir şekilde yaşamıştır. Kitapta öncelikle dış politika tanımı ve faktörlerinden bahsediliyor. Jeopolitik konum, ekonomi, komşular, milli savunma iç ve dış kamuoyu. Bunlar irdeleniyor ve o dönemdeki örnekleriyle destekleniyor.
Türkiye nin tarihi mirası ile hiç yakışmayacak şekilde yıllarca basiretsiz ellerde nasıl yönetildiğini nasıl fırsatlar kaçırıldığını ve milli menfaatlerin ve bazı yerlerde milli onurun nasıl hiçe sayıldığına ilk ağızdan şahit olacaksınız. Soğuk savaş yıllarında Sovyetler korkusu ile nasıl Amerikan himayesinde yönetildiğini okuyacaksınız. Özellikle dış siyasetimizde nasıl rezillikler yaşandığını hangi toplantıya katılacağından habersiz diplomatla, dışarıda her diplomatın farklı cümleler kurarak ülkeyi zor duruma düşürmeleri. Ülke menfaati ve gereklerini değil de kendi menfaatleri için çalışan insanları acıyla okuyacaksınız.
Yazar bir bölümde dış politika iç politika ilişkisi irdeliyor. Dış politikanın iç politikayla paralel ve ayrılmaz olduğunu ve birbirlerinden direk etkilendiklerini anlatıyor. Dış politika hedefi menfaat sahası vb. konularda ünlü Amerikan dışişleri bakanı Kissenger dan örnekler veriyor.
Sonuç olarak dış politikaya meraklı ama akademik ve ağır bir yazı yerine direk pratikteki olayları öğrenmek isteyen (hemde çarpıcı bir şekilde) tecrübe ve birikimlere önem verenlerin zevkle okuyabileceği bir kitap.
AHMED FARUK DİNÇ AFD 22
MARMARA UNIVERSITY POLITICAL SCIENCE AND INTERNATIONAL RELATIONS
5 Haziran 2015 Cuma
Prof. Dr. Nurullah Genç ile Söyleşi
Blog yazarımız İsmail Hakkı Aykut ile İsmail Aydın, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası Meclis Üyesi Prof. Dr. Nurullah Genç'i makamında ziyaret ettik. "Yağmurla Gelen Şair" olarak da anılan Nurullah Genç Hocamızla her satırından farklı şeyler öğreneceğiniz bir röportaj gerçekleştirdik.
Soru: "Tutkular Keder Oldu" romanıyla Kültür ve Turizm Bakanlığı
Roman Teşvik Ödülü, "Yağmur" naat'ınızla 1990 yılında Türkiye Diyanet
Vakfı Naat-ı Şerif Büyük ödülünü aldınız. Bu ödüllere ve nice ödüllere layık
görülen eserleri yazarken sizi besleyen kaynak neydi?
N.G.: Bu ülkede doğup büyüyüp bu kültür içerisinde mayalanmış bir insana
beslemesi gereken kaynak ne ise benim kaynaklarım da onlardı. Kendi kültürümüz
öncelikle, milli kültürümüz, evrensel İslami kültür, onun dışındaki farklı
kültürel yapılar, batı kültürü, doğunun farklı kültürlerinden hint kültürü,
orta asya kültürü vs. Dolayısıyla bu kaynakların en özelden en genele doğru bir
insanın dünyasında sıralanması lazım. Önce en yakınınızdan etkilenirsiniz. İç
içe olduğunuz aileden, aileden gelen bilgilerden, inanışlardan vs. Yavaş yavaş
daha geniş çemberler içerisinde koşmaya başlarsınız.
Olması gereken nedir? Olması gereken de
insanın kendi öz kültüründen yola çıkarak, onu iyi kavrayarak, bir sanat çalışmaları
yapılacaksa çalışmalara onu yansıtarak, daha sonra da dünyanın farklı
kültürlerine kapı aralayarak çalışmalarını yapmasıdır. Nedeni de şu: Neyi
yazacaksınız o zaman? Neyi anlatacaksınız? Dünyada insan kültürü dışında bir
şey var mı? Sosyal hayatın dışında bir şey var mı? Yok. neyi anlatırsanız
anlatın, binlerce kilometrelik uzaklıkta bir yıldızı da anlatsanız evrenin
içindeki bir gerçeklikten söz ediyorsunuz sonuçta. Bunu özel hale getirip,
sosyal hayatın içine yansıttığınızda gruplaşmalar farklılaşmalar kaçınılmaz
hale gelir tabii. Tek bir dünya topluluğu yok, tek bir dünya kültürü yok.
Dolayısıyla bu farklılıkların içerisinde insan benimsediğini anlatmak
durumundadır. Benimsediğinden etkilenmek durumundadır. Etkilenme olmazsa zaten
eser olmaz. Bir şairin, yazarın, sanatkarın arkasında bir kültürel yapı yoksa
olgunlaşması mümkün değildir. Hele ki şiirin olgunlaşması imkansızdır. Şiirin
unsurlarını sayarken hayal deriz, his deriz, ilham deriz vs. ama esas temel
unsur bu teknik verilerin yanında kültürel arka plandır.
Dünyanın neresinde olursa olsun
kendisini ispatlamış bir şaire bakın, bir dünya görüşünün aynı zamanda
sipahisidir. Neyi yaşamış ise onu yazmıştır. Ateist ise o yansımıştır koyu
katolik ise onun yansıdığını görürsünüz. Varsa içinde bir inanma kırıntısı onun
yansıdığını görürsünüz. Yoksa böyle olmasaydı Dostoyevski Suç ve Ceza'da
romanın sonunda Raskolnikov'un eline incil tutuşturur muydu? Böyle olmasaydı
Victor Hugo Sefiller'i yazabilir miydi? Necip Fazıl da Yahya Kemal de olmazdı.
Yani bir dünya görüşü, bir kültürel arka plan şart ve bu, özelden genele
doğru adım adım gittikçe şairin ve yazarın şahsında sağlıklı hale gelir. Bunun
sağlıksız olanı da kendi milli kültürünü öz kültürünü kavramadan, yani özelden
genele doğru gitmeden bir başka kültürün dünyasında var olmaya çalışmaktır ki
bu garabeti de bizim ülkemizdeki pek çok sanatkar, şair, yazar yaşamıştır,
yaşıyor. Ama bu çok garip bir haldir, hatta zavallı bir haldir. Kendi
kültüründen bihaber bir insanın başka bir kültürün sözcülüğünü yapmaya
çalışması kadar abesle iştigal eden bir durum olamaz.
Bizim kaynaklarımız da kültürel kaynaklarımızdır. Bir defa İslam
Kültürü. Siz hangi dünya kültürü içinden İslamı çıkartabilirsiniz. Şiirimize,
temel milli sanatlarımıza damgasını vurmuştur. Minyatürün, hat sanatının,
mimarinin arkasındaki hakikat İslamdır. Amerikalı aslen Rus asıllı Sosyolog
Pitirim Sorokin şöyle der: 'Medeniyetin iki tane yüzü vardır: iç ve dış. Dış
yüzeyindeki şekli, iç yüzeyindeki mana belirler.' Onun için cami ve kilise birbirinden
farklıdır. Bu farklılığı yansıtmadan görmeden, kendi öz kültüründen yola
çıkarak sunmadan sanatkarın olgunlaşması mümkün değildir.
İ.A.: Zaten yerel olarak Erzurumlusunuz. Erzurumda köy odalarında
bulunmuşsunuz.
N.G.: Zaten o kaynaklara oradan başladık. Köy odasında bizim temel
kaynaklarımız Kur'an, hadis, Peygamber hayatını anlatan kitaplar,
destanlarımız, divan ve halk edebiyatının önemli isimleri o köy ariflerinin
kendi dünyasında, o köy odalarında okunurdu. Oradan başladık zaten biz o kaynakları
almaya.
Soru: Bir söyleşinizde "Son yüzyılda iki şeyi kaybettik: aşkı ve hüznü" demiştiniz. Burada tam olarak ne anlatmak istediniz?
N.G.: Aşk insanın esas varlık nedenidir. İnsan neyi taşıyor dünyasında? Ne
için yaşıyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz ve ufkunuzda ne var? Aşk bütün bunları
içine alan, en süfli olandan Hallac-ı Mansur'un "Ene'l-Hak" sözüne
kadar bütün alanı kuşatan bir olgudur. Bu bilinci insanın hayatından alırsanız
insan, fırtınalı bir denizde batmakta olan bir gemiye döner. Liman ararken sağ
sola derken ya kayalıklara vurur yada batar.
Bugünün insanlarına bakın o fırtınalı denizde
dolaşmıyor mu? Kendi ülkenize bakın. Nedensiz ve amaçsız yaşayan, aidiyet
duygusu alt tabakalara takılmış kalmış, basit bir takım eylemler için attığı
çığlıkları kendi toplumu ve medeniyeti için atamayan milyonlarca insan
yaşamıyor mu ülkemizde? Bir örnek vereyim; ben çok sıkı bir Galatasaray
taraftarıyım, maçlara giderim. Çok manidar bir şekilde de seyrederim oradaki
insanları. Ve hep burkulur yüreğim. Spor güzel bir şey ama keşke oradaki
insanlar tuttukları takım için harcadıkları enerjiyi kültürümüz ve
medeniyetimiz için gösterebilseler.
Aşk bunların hepsiyle alakalı. İnsanları
nereye bağlıyorsanız onun için fedakarlığa başlıyorlar. Fenafil mevki oluyor
insan, fenafil kadın oluyor, fenafil spor oluyor, en son fenafillah. Yukarıya
doğru gidiyor. Bunu çıkardığınızda o medeniyeti çökertirsiniz ve bizden bunu
almışlar. Şiirde bile bir dönem gelmiş ki... Aşk nedir, şairanelik nedir? Garip
Hareketi "Divan şairleri sevgiliyi gökyüzüne kanatlandırmışlardı, biz onu
yeryüzüne indirdik." demişlerdi. Olur mu böyle bir şey? Çok somut, ayağı
olan, eli olan ve artık gittikçe tükenen bir kadın imgesinin aşk denen o büyük
kavramı doldurması mümkün mü?
O nedenle ben bir şiirimde şöyle diyorum;
Aşkın ve acının vadilerinden
geçerek yürümeyi öğrendi kalbim
Minyatür bir kalbe sığar mı benim denizleri tutuşturan gözlerim
Benim denizleri tutuşturacak kadar büyük olan
gözlerim, tabi buradaki göz somut bir göz değil, minyatür bir kalbe insanın
kalbine sığar mı? Nasıl sığacak?
Bir de hüzün.. "Hüzün ki en çok
yakışandır bize" diyor ya şair. Dedik ya hani faniyiz. Nasıl sonsuz bir
mutluluk yaşayabilirsiniz ki? Gözünüzün önünden geçiyor dünya. Çocuksunuz,
büyüyorsunuz, insanlar ölüyor, toplumlar değişiyor, iktidarlar değişiyor,
teknoloji değişiyor. Kısacası durağan değil hareketli bir halin içindesiniz ve
kendiniz de değişiyorsunuz. Şunu söylemek istiyorum: "Siz elinizde
tutamadığınız bir hayatı yaşıyorsunuz.". Peki elinizde tutamadığınız bu
hayat size nereden geldi, nasıl geldi? Bunu sorgulamaya başladığınızda
yaratılışa gidiyorsunuz. Ve bu, sizi cennetten kovuluşa, cenneten sürgün
edilmeye ve ordan dünyaya inmeye getiriyor. Bundan daha büyük hüzün olabilir
mi? Yaşadığı cenneti kaybetmiş bir varlık insan. Baktığımızda hüzünlenmemek
mümkün mü? Bir sürgün edilmişiz. İki geriye sağlam dönüp dönemeyeceğimiz belli
değil. Sürgün edildiğimiz yere, cennete mi döneceğiz yoksa başka yere mi?
Bundan büyük hüzün olur mu? Tabi buna inanırsanız. İnanmazsanız başka hüzünler
sarar sizi. Ben dünyevi bir hüzünden bahsetmiyorum. Burada kastettiğim hüzün,
bizim çağlarüstü hüznümüzdür. Sezai Karakoç Üstadın da bahsettiği sürgün
ülkeden bahsediyorum. İşte o hüznü de bizden almışlar.
İnsan gerçek hüzne vakıf olamadığı için başka
hüzünler ile kırar, döker, öldürür, vurur. Aşka, hakiki aşk duygusuna sahip
olmadığı için yanlış bağlantılarla aşkı ve hayatı söndürecek noktalara
ulaşabilir. Zalimlerin doğduğu yer de tam burasıdır.
Ben Nurullah Genç olarak özellikle
şiirlerimde, işte o ulvi aşk duygusunu yani insani olandan ilahi olana
katmanlar içinde yükseltmeye çalışarak o aşk duygusunu verme gayreti içindeyim.
Soru: "Elbette sizden birinizin içinin irinle dolu olması şiirle dolu
olmasından daha hayırlıdır." (Buhari) Peygamber efendimiz bu hadisi
şerifinde ne söylemek istemiştir?
N.G.: Sizce Peygamber efendimiz burada neyi kastetmiş olabilir? Efendimiz
Kur'anı Kerim'de Allah'ın kastettiğinden başka kasıtlarda bulunabilir mi?
Bulunamaz değil mi? Efendimiz Kur'an'ın yaşayıcısıdır. Kur'an şairlere nasıl
bakıyor? İki vadiye ayırıyor. Bir vadide olanlar şaşkın şaşkın gezerler,
Allah'a karşı mücadele ederler, davasını söndürmeye çalışırlar. Diğer vadideki
şairler de inandığı için şiir söyler, salih amel işler. Haksızlığa uğrayan ve
haksızlığa uğradığı için şiir söyleyen, salih amel işleyen ve o aşkı diriltmeye
çalışan ve bunun için şiir söyleyen birinin içinde irin olması mümkün mü?
Değil, çünkü o Kur'an'da belirtildiği üzere kurtulan vadide yer alıyor.
Peki bunlardan hiç nasibi yok. Aklına gelen
her sözü yada her imgeyi rastgele her şeyi şiirine katan, maneviyata saldıran,
şaşkın, niçin yazdığını bilmeyen, bayağı kelimeler kullanan ve daha da kötüsü
kötü yaşayan... Yanlış şeyler yapan günahkarlığının farkında olmayan, İslam'a
karşı da mücadele eden ve nefisle alakalı handikaplı olan, kibirli...
Baktığınız zaman hangi vadide yer alacak onlar? Tabi ki kötü olanın da. Peki
onun içindekinin şiir değil irin olduğuna hükmedebilir miyiz? Evet,
hükmedebiliriz. Çünkü Peygamber öyle buyuruyor.
Ben her zaman söylüyorum: hesabını vereceğiz
yazdıklarımızın. Kimse şiirinden, şiirinin hesabından uzak değil. Her şairin
oturup düşünmesi lazım. Ben bu şiiri yazıyorum ama sorduklarında "ben
bunun cevabını nasıl veririm?" diye düşünmesi gerekiyor. Hele mü'min bir
şairin böyle bir avadanlık içinde bulunmasını ben kabul edemem.
Ben bu meselenin bilincindeyim. Aşk ve hüznü
şiirlerimde işlemem de bu yüzdendir. Eğer biz aydınlanacaksak bu iki kelimeyi
dirilterek aydınlanabiliriz. Çünkü Kur'an'ın özü aşktır ve Kur'an'ın özü
hüzündür. Benim bu hassasiyet içindeki tüm şair arkadaşlarıma tavsiyem
silkinmeleri ve yeniden bir sorgulama içerisne girmeleri gerek. Diyebilirler ki
sen kim oluyorsun? Canları sağ olsun.
Soru: Türkiyedeki siyasi ve sosyolojik gelişmelerin Cumhuriyet'ten günümüze
Türk şiirine yansımaları ne olmuştur?
N.G.: Sadece 1923'ten günümüze değil çökmeye başladığımız günden bugüne,
1650 yılından bugüne kadar yaşanan süreç şiirimize yansımıştır. Ama asıl
1923'ten sonra birçok şey farklılaşmaya başladı. Eski kültüre bir karşı duruş,
hem sanat müziğinde hem şiirde hem de diğer alanlarda çok net bir şekilde
ortaya konmuştur. Divan şiirimize karşı bir başkaldırı oluşmuştur. Eski şiir
anlayışımızı küçümseyen, hafife alan bir duruş. Bize onu "yüksek zümre
edebiyatı" olarak öğrettiler ya, o nevi şahsına münhasır bir edebiyat,
bizi ilgilendirmiyor dedikleri edebiyat var ya, aslında yüzyıllarca bu
topraklarda hakim olmuş ve temel örneklerini köy odalarında dinlediğim
edebiyattır. Yani "yüksek zümre edebiyatı" dedikleri edebiyatın en
güzel örneklerini ben köy odasında dinlemiştim. Ben dedemden, amcamdan,
babamdan divan edebiyatı şairlerinin şiirlerini dinledim.
Tabi bu tutum şiire yansıdı. İki türden
yansıdı. İlk olarak inanç yönünden yansıdı. İkinci olarak şekli yapısı
itibariyle yansıdı. Şiirimizin şekli bozuldu, öyle noktalara getirildi ki garip
garip çizgiler çizerek ve o çizgilerin içine harfler yerleştirerek şiir yazmaya
çalıştılar. Evet, yeni denemeler yapılabilir ama sonsuz biz özgürlüğe de sahip
değildir şair. Çünkü karşısındaki muhatap insandır, okuyucudur. Siz okuyucuyu
düşünerek de yazmak zorundasınız. "Ben yazıyorum, kim okursa okusun"
diyemezsiniz, bu bir sorumluluk işidir. Yazıp birilerine sunuyorsanız kusura
bakmayın bir sorumluluğunuz var. Yani bu patatesini satmaya çalışan bir adamın
sorumluluğu kadar bir sorumluluktur. Zayi olmuş, çürümüş bir patatesi
satamazsınız.
Bu bozulma şiir dünyamıza yansımıştır. Hem
inanç hem de şekli bakımdan yansımıştır. Bu bozulmanın karşısında duran, doğru
yerde kalan insanlar da yanlış insanlar olarak kabul edilmiştir. Bunların
başını da Necip Fazıl çeker.
Soru: Şiire başladığınız nokta ile şu an geldiğiniz nokta arasında kat ettiğiniz mesafede hangi sıkıntıları çektiniz? Şiire yeni başlayan arkadaşlarımıza neler önerirsiniz?
N.G.: Baştan sona sıkıntı. Şiir yazmak bir fantazi değil bir çile işidir,
bir ideal işidir. Canınızdan, kanınızdan, ruhunuzdan vereceksiniz. Ruhunuzu
dağlayacaksınız gerekirse, yüreğinizi parçalayacaksınız ki bir şeyler ortaya
koyasınız. Yıllardır bu işin çilesini çekiyorum. Hiç kimseden hiçbir şey
beklemedim, halen de beklemiyorum. Ve halen istediğim şeyi yazdım mı yazamadım
mı çok emin değilim.
Öğrenmenin sonu yoktur. Yazmaya başladığım
günden beri geçen süre içinde çeşitli kademeler oluştu, çeşitli yollar
katedildi ama değişen şeyler var değişmeyen tek şey var: şiire 1979-1980'de
nasıl bakıyorsam bugün de aynı bakıyorum. O zaman da bu sağlam şiir bakışına
ulaşmıştım. Şiiri basit bir eylemin aracı olarak hiç düşünmedim. O gün yazdığım
şiir de öyledir bugün yazdığım şiir de. Değişen şeyler kelimelerdir...
İ.A.: Yeni nesillere söylemek istediğiniz son birkaç şey...
N.G.: Herkes oku oku der. Ben öyle demeyeceğim. Kalksınlar zaman zaman
yürüsünler ve nereye gittiklerini düşünsünler. Mesela buradan çıkın yürüyün ve
nereye yürüdüğünüzü düşünün ama bir yere karar kılmadan yürüyün. Dünyadaki
halimiz de bu zaten. Tavsiye ederim gençlerimize ki evden çıkmadan, yürümeye
başlamadan önce nereye yürüyeceklerinin hesabını yapsınlar.
Başta bizi kırmayıp makamına davet eden Nurullah Genç Hocamıza, Röportajı gerçekleştiren İsmail Hakkı Aykut ve İsmail Aydın'a, Kameramanımız Enes Ünal'a GENÇ KÜRSÜ olarak teşekkür ediyoruz.
31 Mayıs 2015 Pazar
Günde 5 kere seni dileniyorum.
Belimi doğrultup tekrar sana bileniyorum.
Soruyu ben sorsamda cevabını bilemiyorum.
İşte bu yüzden yazıp ölüp tekrar diriliyorum.
Kalbinde yaşamak varken kim neyler ki dünyayı?
Bir kağıt bir kalemle sona eren bir rüyayız.
Bir kadın, bir kağıt ve bir kalemle yok ediyor bir dünyayı
Bir kadının var oluşu,oluşturuyor bir rüyayı
Gülümseyişini hatırladıkça yok oluyor diğer anılar.
Yıllar oldu gidişin ama dilimde halen kelimelerinin tadı var
Kelimelerin ahı var,kelimelerin adı var
Üstünü örtmek lazım bu kelimelerin canı var
Bir bilekliğe yüklenmiş çokça naralar
Bir maviliğe sözlenmiş çocukça manalar
Bir yüreğe közlenmiş duygular
Bir yüreğe özlenmiş uykular
Bu gece yine satırlara misafiriz ey ehlimiz ey sevgili bu gidişinin ayak sesleri ürpertiyor kalbimi
Dayanacak bir gücüm yok tek adıma bile bulamıyorum mecali
Kim ister olmak böyle umutların sahibi?
Aras Salt
Belimi doğrultup tekrar sana bileniyorum.
Soruyu ben sorsamda cevabını bilemiyorum.
İşte bu yüzden yazıp ölüp tekrar diriliyorum.
Kalbinde yaşamak varken kim neyler ki dünyayı?
Bir kağıt bir kalemle sona eren bir rüyayız.
Bir kadın, bir kağıt ve bir kalemle yok ediyor bir dünyayı
Bir kadının var oluşu,oluşturuyor bir rüyayı
Gülümseyişini hatırladıkça yok oluyor diğer anılar.
Yıllar oldu gidişin ama dilimde halen kelimelerinin tadı var
Kelimelerin ahı var,kelimelerin adı var
Üstünü örtmek lazım bu kelimelerin canı var
Bir bilekliğe yüklenmiş çokça naralar
Bir maviliğe sözlenmiş çocukça manalar
Bir yüreğe közlenmiş duygular
Bir yüreğe özlenmiş uykular
Bu gece yine satırlara misafiriz ey ehlimiz ey sevgili bu gidişinin ayak sesleri ürpertiyor kalbimi
Dayanacak bir gücüm yok tek adıma bile bulamıyorum mecali
Kim ister olmak böyle umutların sahibi?
Aras Salt
30 Mayıs 2015 Cumartesi
Özgürlük
Özgürlük
Özgürlük; herhangi bir bireyin hiçbir kişi
kurum veya zümrenin etkisi altında kalmadan her türlü dış etkiden bağımsız
olarak insanın kendi iradesine dayanarak karar vermesi ve uygulamasıdır.
Modern
dünyamızda ekonomik,siyasal,teknolojik,kültürel,sportif ve sosyal olarak
gelişimlerini tamamlamış birinci dünya ülkelerinde insanların özgürlük olarak
tanımladığı mefhum: ekonomik olarak kimseye bağımlı olmadan ticari ilişkilerde
bulunmak yada bulunmamak, istediği kişiye oy vermek yada istediği kişiden oy
istemek, kendi düşüncelerini hiçbir baskı altında kalmadan açıkça ifade
edebilmek, birilerinin keyfi iradesi sonucu tutuklanmamak, yargılanmamak ve son
olarak da temsil, dilek ve talepler yoluyla yönetim üzerinde belli bir etkiye
sahip olmaktır.Yani kısacası siyasi, ekonomik, kültürel ve insanın bulunduğu
her alanda kendi hür iradesiyle karar vermesi ve uygulamasıdır.(1)
Bu bağlamda
John Locke a göre de bir özgürlük tanımı vardır.İnsanlar doğuştan itibaren tam olarak
eşitlik ve özgürlük içinde yaşarlar.Herhangi birinden izin istemeye gerek
görmeden, hiçbir kimsenin boyunduruğu altına girmeden istediklerini yaparak,
ellerindeki olanakları diledikleri kullanarak yaşama devam ederler.Bu mükemmel
özgürlük ortamında hiçbir kimsenin bir avantajı ve ayrıcalığı yoktur, herkes
eşittir.Yani hiç kimsenin bir diğeri üzerine hakkı, üstünlüğü, iktidarı yoktur
ve olamaz.Ancak bu şekilde yaşayan insanların doğal koşullar altındaki
yaşamları karşılıklı yardımlaşma ve sevgi ilkelerine dayanır.Ancak burada Locke
çok önemli bir noktaya değinir.Ne var ki insanların yaşadığı bu gerçek özgürlük
ve eşitlik dönemi insanların tamamen başıboş oldukları bir yaşam
değildir.İnsanlar başkalarından izin almadan kendi mallarını, mülklerini istedikleri
gibi kullanabilirler, hayatın her alanında
istediği şeyleri yapabilirler ama doğal yaşamın koyduğu sınırlar içinde
kalmak şartıyla.(2)
Özet olarak
tüm insanlar özgür oldukları için istedikleri şeyleri yapabilirler ama aynı
zamanda bütün insanlar eşittirler ve senin kullandığın özgürlüklerin aynısını
toplumun diğer bireylerinin de kullanması gerekir bu anlamda özgürlük ve
eşitlik kavramları tek başlarına düşünülemeyen, ayrılmaz birer parçadırlar.
Birinci dünya
ülkeleri için yaptığımız bu tanım genel olarak ikinci dünya ülkeleri içinde
geçerlidir.Ama bu durum üçüncü dünya ülkeleri için geçerli olmayabilir.Çünkü
insanlar ellerinde bulunan imkanlara göre daha güzelini ve daha fazlasını
isterler örneğin Afrika'da yaşayan bir insanın öncelikli olarak isteyeceği şey
karnının doyması ve yakınlarını açlık yüzünden kaybetmemesidir.Bu insana göre
özgürlüğün bir önemi yok çünkü temel ihtiyaçlarından biri olan beslenme
ihtiyacını bile karşılayamıyor.Afrikalı bir insanın özgürlüklerini
kullanabilmesi için ilk önce beslenme, barınma gibi temel ihtiyaçlarını
gidermesi lazımdır.
İnsanların
birinci dereceden önemli olan yaşama, hayatını devam ettirme özgürlüğünü
kullanabilmesi için anayasada bir kanun olması yetmez aynı zamanda devletinde,
insanların bu haklarını kullanabilmesi için gerekli iç ve dış güvenlik
önlemlerini alması gerekir.Anayasamızın temel hak ve hürriyetler bölümünün
yirminci maddesi ''özel hayatın gizliliği'' hakkıdır bu anayasamızda bulunan
bir haktır ve bireylerin bu haklarını kullanabilmesi için devletin basın yayın
organlarını denetim altında tutması gerekir ki insanların özel hayatlarına bu
organlar tecavüz etmesin.Yine anayasamızda bulunan ''din ve vicdan hürriyeti''
(madde 24) ile ''düşünce ve kanaat hürriyeti'' (madde 25) bireylerin kullanabilmesi
için devletin bunu garanti altına alması lazımdır, eğer bazı insanlar bu
haklarını kullanırken sorun yaşıyorsa devletin bu sorunları gidermesi
lazımdır.(3)
Yukarıda
görüldüğü gibi bireylerin gerçekten özgür olabilmesi için devletlerin temel hak
ve hürriyetleri anayasaya koymaları yetmez bununla beraber insanların bu
özgürlükleri kullanabilmeleri için devletin gerekli ekonomik, kültürel,
teknolojik, sportif ve sosyal şartları sağlaması lazımdır.
Thomas Hill
Green e göre ise; Özgürlük insanın mutlu olacağı bir şeyi yapması ve bundan
zevk alması hususunda olumlu bir güç yada yeterliliktir.Dolayısıyla insanın
gerçekten mutlu olabilmesi için bu özgürlüklerin yazılı olarak bulunması
yeterli değildir artı olarak insanın fiili olanaklardan, toplumun ürettiği mal
ve hizmetlerden pay almalı ve bireyin gücü ortak refaha katkıda bulunacak
ölçüde arttırılmalıdır.Green bu düşüncesini basit bir örnekle açıklar bize:
Bireyin gelişmesinde çok önemli bir yere sahip olan seyahat etme hakkı bir
özgürlüktür ve bu özgürlüğe gerçekten sahip olabilmesi için onun seyahat etmek
istemesi halinde engellenmemesi yetmeyip bilet alabilecek maddi imkanlara da
sahip olması gerekir.(4)
Makalemizin
bu kısmına kadar özgürlüğü tanımladık ve gerçek özgürlüğü formülize ettik.Şimdi
ise günümüz liberalizmini irdeleyelim ve daha sonra antik çağ özgürlük
anlayışına bakalım.
Liberalizmi
şu dört maddede inceleyebiliriz.
1- Kültürel liberalizm
2- Ekonomik liberalizm
3- Sosyal liberalizm
4- Muhafazakar liberalizm
Burada
liberalizmi maddelere ayırmamızın sebebi maddelerde geçen olgular üzerine
yoğunlaşmak içindir.
· Liberalizmin en çok önem verdiği olgulardan
biride kişinin bireysel hak ve özgürlüklere sahip olması gerektiğidir.Kültürel
liberalizm kişinin yaşadığı ülkede kendi dinini, dilini, örfünü, adetini
istediği gibi yaşayabilmesini savunur.Devlet kesinlikle bireylere bu konuda
baskı kuramaz, engelleyemez.Bir devletin bireylerin özgürlüğü cihetinden ne
kadar geliştiği, o ülkedeki her türlü etnik unsurların bir arada, beraber rahat
bir şekilde yaşamasından anlaşılır.Yani bir ülkede bireyler kendi kültürlerini
ne kadar rahat bir şekilde yaşıyorlarsa o kadar özgürdürler.(5)
· Ekonomik liberalizmin önemli bir vurgusu
ekonomik olarak özgürlüktür.Yalnız bu terim yanlış anlaşılmamalıdır.Burada
anlatılmak istenen ekonomik olarak bağımsızlık değildir.İnsanlar şöyle yada
böyle ekonomik olarak birbirlerine bağımlı olabilirler. Liberalizmde ekonomik
özgürlükten kasıt bireylerin istedikleri gibi ekonomik faaliyetlerde bulunmak
ve bu konuda sınırlandırılmamaktır.(6)Burada değinilmesi gereken bir noktada
mülkiyet kavramıdır.Mülkiyet kavramı: Bir ülkede yaşayan bireylerin
çalıştıkları, hak ettikleri ölçüde mülkiyet elde etmeleridir.Yani bir insan hak
ettiği nispette karşılığını alır.Nitekim bu konuda Adam Smith mülkiyet hakkının
sisteme daha fazla yarar sağlayan ve daha fazla hak edenin sahip olması
gerektiğini savunmuştur.(7)
· Bu liberal düşüncede ise öne çıkan sosyal
adalettir sosyal liberaller toplumda yardıma muhtaç kişilere dikkat çeker
onlara yardım edilmesinin önemli olduğunu savunur ve ülkenin refah düzeyinin
arttırılmasını amaçlarlar.Buradaki amaç sivil hakların fazlalaştırılması,
sosyal olarak bireyler arasındaki dengesizliği gidermek, küçük ekonomiyi büyük
ekonomiden korumak gibi şeylerdir.Basit bir örnek vermek
gerekirse:Mahallemizde, yakınımızda ekonomik olarak çok zor durumda olanlar
olabilir buradaki hedef bu insanları bu durumdan kurtarmak ve daha güzel bir
hayat imkanı sağlamak.Yani günümüz sosyal devlet anlayışı.
· Muhafazakar liberalizmde halkın geleneksel
ve kültürel yapısı öne çıkar.Burada en önemli şey düşünce özgürlüğünün yanında
din ve vicdan özgürlüğüdür.İnsanların rahat bir şekilde dinlerinin gerektirdiği
görevleri yerine getirebilmelerini isterler.
Birazda liberalizmin
ülke yönetimindeki yerinden bahsedelim.Liberal demokrasi ülke yönetiminde
''temsili demokrasi'' olarak vuku bulmuştur.Bu sistem günümüzde siyasi/coğrafi
olarak doğrudan demokrasinin imkansızlığından ortaya çıkmıştır.İnsanlar
demokrasiden gelen yönetme hakkını seçimlerle seçtikleri kişilere
devretmişlerdir.Halk düzenli olarak kendisini temsilen yönetim hakkını almak
isteyenlere karşı oy kullanır.Bunlar arasından birisini iktidar yapar.Burada
dikkat edilmesi gereken en önemli husus
ise ülkede yaşayan insanların devlet yönetimine katılımı belli aralıklarla
yapılan seçimlerle sınırlı kalmamalıdır bireyler gerekli gördüğü yerde
iktidardan referandum istemeli, toplanma ve örgütlenme hakkından dolayı bir
sivil toplum örgütüne katılmalı, medya açısından bir gazete, dergi veya
televizyon kurmalı ve buna benzer faaliyetlerle iktidar üzerinde belli bir
etkiye sahip olmalıdır.Burada önemli olan bir diğer husus ise devletin
sınırlanmasıdır yani devletin sahip olduğu hakların belirli bir sınırının
olmasıdır çünkü devletin asıl amacı bireylerin hak ve özgürlüklerini korumak ve
kollamaktır daha fazla hak tanındığı taktirde devleti yöneten kişiler bu amacın
dışına çıkabilir.
Antik çağda
yaşayan insanlara göre özgürlük anlayışı daha farklıdır.Bu insanlara göre özgürlük
tam egemenliğin tüm gereklerini topluca ama aracısız yerine getirmek anlamına
geliyordu yani burada anlatılmak istenen: Ülke yönetimiyle alakalı her şeye
topluca karar vermek, bireyin devlet yönetimiyle alakalı tüm faaliyetlerde
direk bulunmasıdır.Örnek verecek olursak diğer devletlerle savaş ve barış
kararları almak, yasaları onaylamak, kararları bildirmek, kanunları, ekonomik
hesapları, devletin yüksek mevkilerindeki görevlileri denetlemek,onları
yargının önüne çağırıp suçlamak, hapsetmek veya aklamak gibi fiiller.(8)
Bu özgürlük
anlayışının adı doğrudan demokrasidir.Doğrudan demokrasi günümüzde maalesef
uygulanması çok zor bir yöntemdir çünkü kararlara katılım direk olduğundan
dolayı bireylerin siyasete ayırdığı zaman, enerji ve emek çok fazladır.Antik
çağda ise bu sistem halkın katmanlardan meydana geldiği ve toplumdaki
bireylerin sayıca az olması hasebiyle mümkün oluyordu.Üst sınıftaki insanların
zamanı siyasete, devlet yönetimine giderken maddi ihtiyaçlarını köleler
karşılıyordu.(9)
Yukarıda
açıkladığımız gibi doğrudan demokrasi günümüzde uygulanması imkansızdır.Somut
bir örnekle açıklamak gerekirse Türkiye'de yetmiş beş milyon insan yaşıyor, bu
sistem uygulanmaya çalışılsaydı bu yetmiş beş milyon insan daha önce
açıkladığımız gibi kararlara direk katılması gerekirdi.Birde bu sistemin bir
milyar üç yüz on sekiz milyon nüfusa sahip olan Çin'de uygulandığını
düşünün!!(10)Ayrıca antik çağda doğrudan demokrasinin uygulanmasının halkın
sınıflara ayrılmasından dolayı olduğunu söylemiştik.Günümüz liberal anlayışında
ise ne katmanlara ne de köleliğe yer vardır.Herkes kanun önünde
eşittir.Doğrudan demokrasinin uygulanamama sebeplerinden biride bireylerin
uzmanlık alanları buna izin vermemektedir Çünkü gelişen ve değişen dünyamızda
bireyler hayatlarında mesleki olarak bir uzmanlık alanı seçmek zorundadırlar.
Sonuç olarak
günümüz liberal demokratik rejimlerde hakim olan özgürlük anlayışı ülke
yönetiminde ''temsili demokrasi''; sosyal, ekonomik, kültürel, olarak ise
yukarıda ayrıntılı olarak tanımladığımız şekilde modern
liberalizmdir.Zincirleme olarak bireyin, toplumun ve ülkenin daha iyi daha
güzel hale gelebilmesi için bu şekilde izah etmeye çalıştığımız özgürlük
anlayışının ön plana çıkması gerekir.Çünkü globalleşen dünyamızda toplumların
gelişebilmesi her türlü alanda terakki edebilmesi için demokrasi kesinlikle
şarttır artı olarak da temsili demokrasi gerekir ki bunun sebeplerini uzun bir
şekilde tahlil ettik.Aynı şekilde üzerinde durduğumuz günümüz liberalizm
tarifinde ekonomik, sosyal, kültürel olarak toplumların ilerleyebilmesi bunları
ne kadar iyi yapıp yapmamasına bağlıdır.Eğer devleti yöneten insanlar ve ülkede
yaşayan yurttaşlar daha iyi bir toplum olmak istiyorlarsa bu anlattıklarımızı
hayatlarında uygulamaları gerekir.
Kaynakça
(1)Constant Benjamin , ''Özgürlük Nedir'', Siyasi Yazılar;1820
(8)Constant, Benjamin ''Özgürlük Nedir'', Siyasi
Yazılar;1820
(10)http://tr.wikipedia.org/Çin Halk Cumhuriyeti Nüfusu
(7)http://tr.wikipedia.org/Ekonomik Liberalizm
(5)http://tr.wikipedia.org/Liberalizm
(2)Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi sayı 24
sayfa 124
(6)Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi sayı 24
sayfa 125
(3)www.istanbul.gov.tr// Anayasadaki Temel Hak ve Özgürlükler
(4)www.makaleler.com/Felsefe Makaleleri/Benjamin Constant/
Caymaz Ceren
(9)www.makaleler.com/Felsefe Makaleleri/Benjamin Constant/
Caymaz Ceren
16 Mayıs 2015 Cumartesi
Kadim Bir Şehir:İstanbul
Çok şey yazılmıştır İstanbul üzerine.Kim etkilenmeyip bir şeyler yazmak istemezki…Her yeri ayrı bir tarih ve kültür.Her yerin ayrı bir hikayesi var.Asırlık çınarları konakları sarayları...Bize yaşadıklarını anlatabilseler kim bilir geçen yüzyıllarda nelere şahit oldular.Bu yüzden çok iyi anlamak lazım İstanbul’u.
İstanbul
dört mevsim de güzel. Ama en güzel zamanları yaz ve bahar aylarıdır. Kışın
verdiği mahmurluktan uyanır koca şehir ve tüm ihtişamıyla bekler misafirlerini.
Kimseden esirgemez güzelliğini, değerini
bilene ve meraklısına da döker sırlarını.Aslında İstanbul koca bir üniversite
içinde bir sürü dersi olan, okuması zevkli, isteyenin kazanabileceği.
Sıcak bir
İstanbul günü.Okul bitmiş ve artık tatil zamanıdır. Arkadaşlarla bir program
yaparsın ve başlarsın İstanbul’u yaşamaya.En güzeli de namaz için bir camide
mola vermektir.Sıcağın verdiği tatlı bir yorgunlukla şadırvanda yıkarsın elini
yüzünü.Aynı zamanda camiyi ve onun tarihini düşünürsün.Gelip geçen insanları,
yaşanan iyi-kötü olayları, acıları mutlulukları…
Kadim
İstanbul’un merkezi suriçi’dir.Topkapı Sarayı, Ayasofya Camii, Sultanahmet,
Eminönü Yeni Camii, Süleymaniye , Fatih ve onlarca daha mükemmel
yapıtlar.Sanatın ve estetiğin aşkla nakış nakış işlendiği tarihe ve yüzyıllara
meydan okuyan eserler.Beyoğlunda uzanan ortaçağın mistik kulesi
Galata.İstanbul’u yazmaya kalksak sayfalar tutar.Ama Üsküdar’ı bambaşkadır.Kız
Kulesi, Aziz Mahmut Hüdayi Hz. Beylerbeyi Sarayı, camileri, konakları ile
mümtaz bir beldedir.Lafı uzatmadan en iyi ifade yöntemi olarak gördüğüm şiire
sözü bırakıyorum.
Canım
İstanbul
Ruhumu eritip de kalıpta
dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.
İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...
İstanbul,
İstanbul...
Vatanım da vatanım...
İstanbul,
İstanbul...
Tarihin gözleri var, surlarda
delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmış Fatih`ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare? ..
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmış Fatih`ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare? ..
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...
O manayı bul da bul!
İlle İstanbul`da bul!
İstanbul,
İstanbul...
İlle İstanbul`da bul!
İstanbul,
İstanbul...
Boğaz gümüş bir mangal,
kaynatır serinliği;
Çamlıca`da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir ` Katibim`i...
Çamlıca`da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir ` Katibim`i...
Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.
İstanbul,
İstanbul...
Taze kan gibi sıcak.
İstanbul,
İstanbul...
Yedi tepe üstünde zaman
bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...
Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayından.
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...
Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayından.
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...
Gecesi sünbül kokan
Türkçesi bülbül kokan,
İstanbul,
İstanbul... (Necip Fazıl Kısakürek)
Türkçesi bülbül kokan,
İstanbul,
İstanbul... (Necip Fazıl Kısakürek)
10 Mayıs 2015 Pazar
BU KADAR ZOR OLMAMALI
BU KADAR ZOR OLMAMALI
Yanlış zamanda, yanlış yerde, bazen çok yakın, bazense çok uzakta oluşunuz etkilidir. Hep olduğu gibi, doğru zaman bu yüzden hiç gelmeyecektir. Gelmeyeceğini bile bile izlersiniz. Bazen bir gülüşe tanık olur, bazense bir hüzne ortak olursunuz. Yapabileceğiniz tek şey seyretmektir.Zamanın ne taşıdığını bilemezsiniz, ama işte bazen, yanlış çizgidesinizdir.
Benimse inandığım bir şey vardır. Olabilecek şeylerin kendiliğinden olduğudur. Olumlu/olumsuz yapabileceğin çok fazla şey yoktur ve o seni bir şekilde karşılar. Bu yüzden fazlaca uzak durma sebebi oluyor galiba. Hayatta çoğu zaman neyi değiştirmeye gücün yetebilir ki? Karşındakinin istediğiyle orantılı olan bir şey değil midir bu? İnsanların istediklerinde nasıl değişimi etkileyebildiklerini her seferinde deneyimledim.
Hayatımda iki kez atılım gösterdim. Birisi en geri tepebilecek bir adımken geri tepmedi ve hayatınız boyunca alamayacağınız cevabın, içinde dahi bulunamayacağınız bir garipliğin içerisinde kendimi yürürken buldum. Korkularımı silmemi sağladı, çok fazla büyüdüm. Sanki normal kendi yaşam çizgimde yürürken, birisi elimden tuttu ve çok ileriye götürdü. Hayat çizgim geride kaldı, ruhsal bütünlüğüm ise ardı ardına erken doğum günlerini kutladı. Ayaklarım daha sağlam basmaya başladı. En büyük adımım oldu, o minik adım. Sonrasında hayatım kendiliğinden şekillense de, yoldan çıkaran etmenlerde oldu. Taşlık yollarda sürüklendim ama yolumu bulduğumda yine kendimi daha ilerlemiş bir halde buldum. Sorun da bu oldu. İnsanlar hala geriden yürürken senin ileriden yürüyor olman.. Sadece birileriyle yürüyebilmek yerine, yalnız, bir başına yürümene sebep oluyor.
Emin adımların zorlaşıyor. O yüzden ikinci atılım gösterdiğimde kendimi serbest bıraktığım bir andı. Tesadüflerin gerçekleşebileceğine tanık olan bir inançtı. Bir gece anlık gördüğüm sadece bir umuttu. Birşeylerin kendiliğinden rayına oturacağı inancına sahip olmuştum. Ben bulmadım, kesişti bir şekilde. Önce besledim hislerimi, tanıdım, büyüttüm. Adımımı attım, gariptir yine tepmedi. Ama demedim ki, benim ileriden yürüdüğüm yolda, çok geriden gelen bir ruha tanık oldum. Aşkı görmemiş birinin, aşık olunabileceğine inanmaması sonucuyla karşılaştım. Ben hemen iki gün öncesinde güzel bir sohbete aşık olmuştum zaten, oradan sonrasının benim için önemi yoktu. Bana farketmeden elini uzatan birinin ruhu ne kadar karanlık olabilir ki. Ama kendi yürüdüğü çizgide ilerleyenin fark edebileceği bir şey değildi bu. İşte o gün adım atmanın artık yorucu olduğunu fark ettim ve durdum.
Sonrasında adım atmak zorlaştı, kendi çizgimde yürümeye başladım. Kendi yolumda yürüdükçe üzerim tozlandı, fırtınalarda önümü göremez oldum. O yüzden bir süre sonra insanların bıraktığı ayak izlerini dahi görememeye başladım. Çok yoruldum. Uzaktan izledim kendimi, tanımaya çalıştım.Artık bu konuda gözlerim ileriyi görmüyor.
Niye yazdım tüm bunları diye düşünüyordum tam, iki şey için olduğunu fark ettim. İlki anlayamadığım, fark edemediğim adımlar ve istemeyerek/bilmeyerek kırdığım kalpten özür dilemek içindi. İkincisi ise adım atmaktan korkan insanlara yol gösteremeyeceğim içindi. Ben adım atabilmeyi attığım adımlardan önce bir ruhtan öğrendim. Hayattaki temel amacımı bulmamı sağladığı için ona minnet duyduğumu hep belirteceğim. Onun ise hayattaki görevi bana bunu aktarmaktı ve görevini zamanında tamamladı. Hiçbir zaman bana söylediği şeyi unutamam ve bana ilk adımları atmamı tembihleyen, sonraki attığım adımlarımdaki temeli oluşturan, aldığım en güzel hayat cümlesiydi.
Hayat seviyorum demek için bile çok kısa. Seni seviyorum demek bu kadar zor olmamalı.
26 Nisan 2015 Pazar
PAZARTESİYE AİT BİR SABAH
PAZARTESİYE AİT BİR SABAH
Nezlimde manadan yoksun şu zamanlar, yazma eylemini icra ederken mutsuz cümleler kurmak...
Lakin kalemden bu şekil bir üslupla damlıyor kelimeler,
Lakin kalemden bu şekil bir üslupla damlıyor kelimeler,
Mani olamıyorum.
Ben mutluyum halbuki.
Somut olarak yanımda bulunmayışı hayli canımı sıksa da sevgi ağır basıyor.
Ne mutlu bana ve bize.
Zihnime kötü laflar fısıldıyor ve ben bittabi kovuyorum onu.
Bu imtihanda çok başarılı olur muyum bilmiyorum da, dibe vurmamak lazım.
Dibi görmezsem başarılıyımdır zaten.
Bu kadar kötü olayın imtihandan gayrı açıklaması olmayacağı kanaatindeyim.
Ben de koşulsuz şartsız teslimiyet içerisindeyim Rabbime.
Huzur veriici bir bahar günü, ki güne güzel gözle bakmamı sağlayan da sevgili hazretlerimdir.
Vuslata da tez zaman kaldı.
Beni zaman bulutlarının üzerine taşıyan meleğimi yüreğinden öpüyorum
Babil İkra
25 Nisan 2015 Cumartesi
Yavaşça Ölüyorum
*
Günlerden, perşembe. Yelkovan, acımasızca hıphızlı takip ediyor bugün akrebi, zamanı tüketmek istercesine.
Bir adım daha atıyorum boşluğa. Cılız bir alevin kaldırım taşı üzerindeki titrek gölgesini görür gibi oluyorum. Şiddetle kafamı sallıyorum, gözlerimi kapatıyor; simsiyah tuvalin rengarenk boncuklarla süslenmesine şahit oluyorum. Bir kez daha kafamı sallıyorum. Benekler kayboluyor yavaşça. Meltemin uysal nefesi, vücudumu delip geçiyor, kalp atışlarım hızlanıyor. Siren sesleri duyar gibiydim. Oysa, beynimin oynadığı oyunun esiri olmak üzereyim, fark edemiyorum. Kaldırım taşının üzerinde, beyazlara bürünmüş bir çocuk beliriyor. Elinde bir demet papatya. Papatyanın çiçekleri, birer birer yere düşüyor. Çocuk bir adım atıyor bana doğru, sıcak bir tebessüm beliriveriyor güzel yüz hatlarında. Papatyaları sevmediğimi bilmiyor mu yoksa?
Yüreğim, apansız bir burukluk eşliğinde kararıyor. Konuşmak için ağzımı açıyorum, bir iki kelam edeyim. Kafese kapatılmış bir kuş misali esir alınmış oysa kelimelerim. Kelamım, düşüncelerine ket vurulmuş bir bedbaht gibi yapayalnız. Canhıraş, sessiz bir yakarış eşliğinde daha da kavruluyor yüreğim. Çok sonra anlıyorum. Papatyaları bana uzatan, bir türlü sevemediğim özbeöz kardeşim. Hüzünlü bakışlarının esrarı çözülürken papatyanın anlamını düşünüyorum. Derken kulağıma semaya yükselen bağırışlar çalınıyor. Oysa, ücra mahalledeki ıssız sokakta kardeşim ve benden başka kimse yok. Gözlerimi semaya kaldırıyorum. Kulağımda bağırışlar yankılanırken semada belli belirsiz tebessümünü görüyor gibi oluyorum annemin. Birisinin bedenimi kucakladığını hissediyorum. Gözyaşları, yüzümü ıslatıyor. Lâkin, kimse yok! Delirecek gibi oluyorum, yüzüm ıpıslak. Kardeşime bakıyorum yardım dilercesine. Düşünemiyorum, o an. İdrak edemiyorum; bir ademoğlundan yardım dilenmemesi gerektiğini. Kardeşimin yüzü, buruk bir gülümsemeyle gölgelenmiş.
Hazanın ilk günü sanki. Yaprakların, asfaltı sarıyla boyamasını resmediyorum bilincimin en derinliğinde. Elini uzatıyor yeniden. Hıçkırıklar, yükseliyor beynimin bir köşesinden. Yüzüm, hala gözyaşlarıyla yıkanıyor. Kıyafetlerimi biri çekiştiriyor sanki. Birkaç itiraz sözcüğü yankılanıyor semada. Ve ben, gözümü dahi kırpmadan kararlılık eşliğinde kardeşime doğru adım atıyorum. Bir anda ışıklar sönüyor. Benim, on sekiz yıllık dünyam karanlığa bürünürken yakarışların, sessiz haykırışların nefesi, ensemde. Sonrasıysa, ebedi bir karanlık oluyor. Farkında bile olamadan, sinemi titrerek arşa yükselen bir acının dilsiz yakarışıyla yavaşça ölüyorum. Yapayalnız ve sessiz...
Günlerden, perşembe. Yelkovan, acımasızca hıphızlı takip ediyor bugün akrebi, zamanı tüketmek istercesine.
Bir adım daha atıyorum boşluğa. Cılız bir alevin kaldırım taşı üzerindeki titrek gölgesini görür gibi oluyorum. Şiddetle kafamı sallıyorum, gözlerimi kapatıyor; simsiyah tuvalin rengarenk boncuklarla süslenmesine şahit oluyorum. Bir kez daha kafamı sallıyorum. Benekler kayboluyor yavaşça. Meltemin uysal nefesi, vücudumu delip geçiyor, kalp atışlarım hızlanıyor. Siren sesleri duyar gibiydim. Oysa, beynimin oynadığı oyunun esiri olmak üzereyim, fark edemiyorum. Kaldırım taşının üzerinde, beyazlara bürünmüş bir çocuk beliriyor. Elinde bir demet papatya. Papatyanın çiçekleri, birer birer yere düşüyor. Çocuk bir adım atıyor bana doğru, sıcak bir tebessüm beliriveriyor güzel yüz hatlarında. Papatyaları sevmediğimi bilmiyor mu yoksa?
Yüreğim, apansız bir burukluk eşliğinde kararıyor. Konuşmak için ağzımı açıyorum, bir iki kelam edeyim. Kafese kapatılmış bir kuş misali esir alınmış oysa kelimelerim. Kelamım, düşüncelerine ket vurulmuş bir bedbaht gibi yapayalnız. Canhıraş, sessiz bir yakarış eşliğinde daha da kavruluyor yüreğim. Çok sonra anlıyorum. Papatyaları bana uzatan, bir türlü sevemediğim özbeöz kardeşim. Hüzünlü bakışlarının esrarı çözülürken papatyanın anlamını düşünüyorum. Derken kulağıma semaya yükselen bağırışlar çalınıyor. Oysa, ücra mahalledeki ıssız sokakta kardeşim ve benden başka kimse yok. Gözlerimi semaya kaldırıyorum. Kulağımda bağırışlar yankılanırken semada belli belirsiz tebessümünü görüyor gibi oluyorum annemin. Birisinin bedenimi kucakladığını hissediyorum. Gözyaşları, yüzümü ıslatıyor. Lâkin, kimse yok! Delirecek gibi oluyorum, yüzüm ıpıslak. Kardeşime bakıyorum yardım dilercesine. Düşünemiyorum, o an. İdrak edemiyorum; bir ademoğlundan yardım dilenmemesi gerektiğini. Kardeşimin yüzü, buruk bir gülümsemeyle gölgelenmiş.
Hazanın ilk günü sanki. Yaprakların, asfaltı sarıyla boyamasını resmediyorum bilincimin en derinliğinde. Elini uzatıyor yeniden. Hıçkırıklar, yükseliyor beynimin bir köşesinden. Yüzüm, hala gözyaşlarıyla yıkanıyor. Kıyafetlerimi biri çekiştiriyor sanki. Birkaç itiraz sözcüğü yankılanıyor semada. Ve ben, gözümü dahi kırpmadan kararlılık eşliğinde kardeşime doğru adım atıyorum. Bir anda ışıklar sönüyor. Benim, on sekiz yıllık dünyam karanlığa bürünürken yakarışların, sessiz haykırışların nefesi, ensemde. Sonrasıysa, ebedi bir karanlık oluyor. Farkında bile olamadan, sinemi titrerek arşa yükselen bir acının dilsiz yakarışıyla yavaşça ölüyorum. Yapayalnız ve sessiz...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)