Kar taneleri göğün en derin katmanından yeryüzüne doğru ahenkle süzülürken insanlar birer birer göçüyordu avama sırt çevirerek. Azad edilen ruhlar, birer güvercin misali kanat çırpıyordu âhire. Bâbdan geçerken asrın ahvâlini görüyor, duyuyor, hissediyorlardı. Adeta bir kuş olan insanoğlu, beyazlara bürünmüş; yağmurlarla yıkanmış topraklarda bunu anlayamıyordu.
Her saniye, bir başka ezan sesi yükseliyordu katmer katmer. İnsan beyninde yitirilen her an, emsalsiz düşünceler beliriyordu. Titrek bir mum ışığı, beceriksiz bir tavırla dimdik durmaya çalışıyordu. Şöminede çıtır çıtır yanan ince odunlar, ansızın şahlanan kor ateşler dahi insan yüreğini ısıtamıyordu.
Eş zamanda, tenha yolda bir çocuk yürüyordu. Eskimiş, aşınmış ince mavi ceketinin cebine koymaya çalıştığı eli, damarlarından akıp giden ince bir sızının hissiyle titriyordu. Soğuktu, küçük bedenini saran boğucu havaya karşın bile derin bir nefes almayı denedi.
Nafileydi. Kar taneleri, avına süratle yaklaşan bir şahin misali, daha da hızlanmış, kaldırım beyaza bürünmüştü ve kar tanelerinin dansı yüzeyi kaplamıştı. Gözlerini, ürkek bir tavırla etrafına çevirdi. Sisle çepeçevre sarılan daracık sokakta kendisinden başka tek tük insan vardı. Zaten onlar da sonu sis öbeğinden seçilemeyen sokakta, âfâttan kaçarcasına hızlıca yürümeye çalışıyorlardı. Çocuk, irileşmiş mavi gözleriyle onları gözden kaçırmamaya gayret ediyordu. Elindeki zar zor tuttuğu süt dolu çömleği yere düşürmemek için karlarla bezenmiş dar yola sık sık kaçamak bakışlar atıyordu.
İki katlı ahşap ev, görüş açısına girdiğinde derin bir nefes aldı. Yılların esitememiş olduğu ev, azametle önünde yükseliyordu işte. Tam o sırada gökten ince ince süzülen tanelere, bir anda esen rüzgar eşlik etmeye başladı. Lakin rüzgarın yüzüne sertçe aksetmesi onu hazırlıksız yakaladı. Elini yüzüne kapamak isteyince titremeye başladı ve çömlek elinden kayıp kar tabakasına bürünmüş zeminle buluştu. Süt, bembeyaz karlara karıştı sanki yaşanması gereken, olması gereken buymuş gibi! Çocuğun büyük, mavi gözleri yaşla doluverdi. Oysa ne büyük bir dikkatle taşıyordu çömleği! Ne yapacaktı şimdi, ne diyecekti annesine? Nasıl olabilirdi böyle bir şey? Ne yapacaktı şimdi, nasıl telafi edecekti?
Gözleri akmayan yaşlarla doluydu, kollarını birbirine kavuşturdu ısınmak için. İliklerine kadar soğuğu hissediyor lakin yaptığı şeyden ötürü üşümeye, üşüdüğü için bu durumdan şikayetçi olmaya bile layık hissedemiyordu kendisini. Sol eliyle mavi ceketinin sağ kolunu çekiştirirken dudakları büzüldü. Düşünceleri, küçük beynini esir almış, elleri belinde adeta beynine ahkam kesiyordu. Gri, solgun bir kaldırım taşının yalnızlığına büründü küçük bedeni. Heybetli eve, kirpiklerinin arasından kaçamak bir bakış atıp elindeki boş çömlekle ürkek adımlarla ilerlemeye başladı.
Çocuk, bastığı toprağı çekingen, minik adımlarla dövmek için çabalıyordu. Kızmıştı; titreyen elinin aczine, pervasızca dökülen süte, toprağın kolayca âguşunu açmasına, göğün şahitlik edişine ama en çok da kendisine.
Birkaç dakika sonrasında, evin büyük kapısının önünde nefes nefese dikiliyordu. Başını havaya doğru kaldırıp sırmalı kapıda, gözlerini merakla gezdirdi. Her bir ayrıntıyı hafızasına kazımak istercesine büyük bir dikkatle dolaşıyordu mavi gözleri. Zümrüdü Anka’nın nihai ahdinin unutuluşu gibi, öylesine eski, hüzünlü görünüyordu ki küçük çocuğun yüreği sızladı. Bir anda, sol elini kapının üstüne koyup tüm gücüyle büyük kapıyı ittirdi. Kapı, büyük bir gıcırtıyla açılırken küçük çocuk parmaklarının ucunda yükselip içerisini görmeye çalışıyordu. Merak duygusu, az evvelki kızgınlığının yanına eklenip onu, içeriye girmesi için teşvik etmeye başlamıştı. Soğuk havaya bir darbe vurup aralık kapıdan içeriye girdi.
İçerisinin dışarıdan pek farkı yoktu, soğuktan çenesi titremeye başladı. Beyaz dişleri, birbirine çarptı. Ve kapı, arkasından kapandı.
Evin girişi, epeyce sade döşenmişti. Avize, evin kullanılmadığını işaret edercesine kırık ve özensizdi. Kapının tam karşısında kıvrımlı ahşap merdiven vardı, merdivenin iki yanı da farklı odalara açılıyordu. Sol tarafta, yeni olduğu belli olan beyaz boyalı orta boyda bir konsol vardı. Konsolun üstündeki gri çerçevelerde bir sürü siyah beyaz fotoğraf vardı. Merdivenin sağ yanında, simsiyah büyük bir kitaplık vardı. Bütün rafları toz içerisindeydi ama tek bir boş rafı dahi yoktu. Çocuk tereddüte düşmüş bir halde, ürkekçe merdivenin sağ tarafına yöneldi. Adımları yavaş ve sessizdi. Uyuyan bir aslanı uyandırmaktan korkan bir sincap gibiydi. Gözleri, kocaman açılmıştı.
Çocuk, kalbi küt küt atarken evin içinde ilerliyordu. Tozlar, evin her yanını kaplamıştı; çocuğun nefes alışı, zorlaşmıştı. Titrek bir nefes daha alıp küçük tahta sedirin yanından geçti. Sedirin karşısındaki şömine, iri taşlarla bezenmişti ve odanın soğukluğuna rağmen harıl harıl yanıyordu.
“Galiba,” diye fısıldadı kendi kendisine, soğuktan ağzından dumanlar çıktı. “Biris-”
“Küçük adam,” Tok bir ses, lafını kesti, çocuk yerinden sıçradı. Kalbi tekledi, ağzında atıyormuşçasına göğüs kafesine baskı yapmaya başladı. Boş çömlek, soğuktan uyuşmaya yüz tutmuş ellerinden büyük bir şangırtıyla kayıp düştü. Ağzı, balık gibi kocaman açıldı ve o, paramparça olan çömleği umursamadan sesin geldiği yöne yürüdü.Yürürken çoktan buz gibi olmuş ellerini birbirine kenetleyip ısıtmaya çalıştı. Adım attığı her yerden bir gıcırtı yükseliyordu. Merdivenin solundaki odaya girdiğinde eşikte duraksadı. Mavi gözleri, alelade bir edayla sesin sahibini buldu. Odaya, etrafına bakamıyordu; gözlerini adamdan ayırmaya çekiniyordu ki! Boyu upuzundu. Kül rengi saçları vardı, bembeyaz sakalları dışarıdaki karı aratmayacak kadar fazlaydı ve yüzünü kaplamıştı.
Gözleri, göğü kıskandıracak bir su mavisiydi.
“Merhaba,” diye seslendi adam. Çocuk gözleri, hala adamın üzerindeydi. Giysileri, şıktı ve pantolonu ütülenmişçesine jilet gibiydi.
Adam, çocuğun onu incelediğini fark etmiş gibi gülümsedi, yanaklarının iki yanında çukurlar belirdi. Sağ elini havaya kaldırıp çocuğa işaret etti, “Gelsene içeriye.”
Çocuk hipnoz olmuşçasına gözlerini adamdan ayıramıyordu. Bu da kimdi böyle? Birdenbire nereden çıkmıştı?
En mühimi de bu evi, bu unutulmuş evi, nereden bulmuştu? Konuşmak için ağzını açtı lakin dili tutulmuşçasına sözcükler birleşmiyor, sanki inadına saklanıyorlardı. Adam arî bir tavırlı çocuğa tekrar işaret etti.
Çocuğun bacakları bir anda çözüldü ve çocuk, odanın içine doğru bir iki adım atabildi. Kalbi, hipodromda canı pahasına koşan at misali hızlı hızlı atıyordu. Adama daha da yaklaşırken bir elini göğsüne koydu.
Çocuk, adama doğru ilerlerken adam, onu rahatlatmak istercesine gözlerinin su mavisi harelerine ulaşan sıcacık bir gülüşle çocuğun yüreğine su serpmeye çalıştı.
“Korkma, küçüğüm.” Diye devam etti adam gülümseyerek. “Gel yanıma.”
“Be-ben,” korkuyla kekeledi çocuk. Birden aklına döktüğü süt geldi! Aç, ona muhtaç halde bekleyen yavru kedileri de anımsadı! Karşısında alenen duran bu adam kimdi de ona kedileri unutturmuştu? Neredeydi, az evvel hissettiği vicdan azabı? Gaybten gelmişçesine karşısında var olan bu adam neden kendisine gülümsüyordu?
Korkudan buzlaşmış zincirlerini kırarak adamın yanına ulaştı, çocuk. Acezedenmişçesine, adamın ona işaret ettiği mindere çömeldi. Adam, ona bakmaya devam edince çekinerek minderin kenarına ilişti. Adam da sessiz adımlarla yanına gelip çocuğa dönerek minderin diğer ucuna oturdu.
“Korkma, küçüğüm,” diye yeniledi, beyaz dişlerini göstererek. “Sana zarar vermeyeceğim,” Sakinleşemedi çocuk. Lakin, yaprak gibi titriyor olmasına ragmen, adamın yanında oturuşu; ateşler içine atılan İbrahim’in(as) kuşkusuz teslimiyeti gibiydi.
“Ked-kediler…” diye fısıldadı, çocuk. Adam, derinden gelen alçak bir kahkaha attı. “Kediler… Ah, kediler! Sen, onlar için mi geldin?”
Çocuk, bir şey söylemekten korkarcasına başını salladı. Gözleri irice açılmıştı ve adamın üstünden ayrılmıyordu. Adam, az evvelki şangırtıyı anımsadı. Yüzüne hakim olan tebessümle, “Onları mı besleyecektin?” diye sordu. Çocuk, başını sallayarak dudaklarını ıslattı. “Evet,” Aklına döktüğü süt geldi. Dudakları titremeye başladı. “Ama, süt döküldü,” diye fısıldadı vicdan azabını yavaş yavaş yeniden benliğinde hissederken. Az sonra, tüm bedenini esir alacaktı.
“Üzülme,” dedi adam, karanlığın içinden fısıldıyormuşçasına. “Sen de onları seversin, olmaz mı? Kedilerin en çok sevdikleri, kendilerine şefkat gösterilmesidir. Boynunun altında ince ince okşarsın, ha?”
Çocuk, gerginliğini de yavaş yavaş atarken yutkundu. “Ama… Ama onlar aç mı kalacak?”
Adam tebessümle ayağa kalktı, elini çocuğa uzatarak “Haydi küçüğüm, gidip kedilere bakalım!” dedi kendinden emin bir sesle. Çocuk, tereddütle adamın eline baktı. Annesi, kızacaktı! Şüphesiz, kızacaktı!
Küçük bedenini aniden vuran, sarsan bir hisle ayağa kalktı ama adamın elini tutmadı. Başını, sessizce salladı. Adam boşta duran elini çekerek ilerledi.
Adam önde, çocuk arkada evin içinde ilerlerken bir kedi miyavlaması duyuldu. Çocuk, koşarak adamın önüne geçti ve sesin geldiği tarafa ilerledi. Kediler, görüş alanına girdiğinde kendi kendisine gülümseyerek ilerleyip kedilerin yanlarına çömeldi. Adam da birkaç saniye sonra çocuğun yanına gelerek yerde duran, bacaklarına sırnaşan bembeyaz, kar topu gibi bir kediyi kucağına aldı. Kedinin boynunu severken kendisine merakla bakan çocuğa seslendi. “Bak, gördün mü? Nasıl da hoşuna gidiyor?” Kediyi işaret etti.
“Annesi yok galiba…” diye mırıldandı çocuk, etrafına bakarken. “Dün, buradaydı ama. Görmüştüm!” dedi heyecanla. Adam başını salladı, “Belki de annesi, gitmiştir.”
Çocuk itiraz edercesine başını salladı. “Hayır! Anneler, gitmez; onlar çocuklarını bırakmazlar.”
Adamın yüzüne acı bir tebessüm hakim oldu. Yaşanmışlığın kırıntıları, yüzünde gizliydi. “Belki de benim annem gibi, onun annesi de çok uzaklara gitmiştir.”
“Sen kimsin?” diye sordu çocuk merakla. “Annen, nereye gitti?” Korkusundan bir kırıntı dahi kalmamıştı.
Adam, çocuğun merakı üzerine “Ben kim miyim?” diye fısıldadı elindeki kediyi yere bırakırken. Pencereye doğru ilerledi. Kar taneleri, yavaş yavaş göğü terk ediyordu. “Ben, bu dünyadan geçen bir insanım. Sıradan bir insan,” Derin bir nefes aldı, “Annem, çok uzaklara gitti; küçüğüm. Çok uzaklara.”
Çocuk kafası karışmış bir halde adamın yanına yaklaştı. Parmak uçlarında yükselerek mavi gözlerini, pervaza çevirdi. Dışarısını görmeye çalışıyordu.
Dışarısı, bembeyazdı. Kar, halâ pes etmemişçesine yeryüzünü kaplamaya devam ediyordu.
Güvercin gerdanının yeryüzüne dokunuşuydu, kar. Öylesine içten, öylesine sessiz... Şelaleden oluk oluk akan suya, ürkek bir kelebek gibi buz tutturuyordu. İnsan yüreği… Cansız bir bedenin yansımasıymışçasına soğuktu. Çok soğuk.
Çocuk, mavi gözlerini pervazdaki güvercine çevirir çevirmez soğukta kıyıyı döven bir dalga gibi kanatlandı güvercin, arş-ı a’lâya uçuverdi. Âfetin alâmetiydi.
**
Ve çocuk, nefes nefese gözlerini açtı. Kalbi, göğüs kafesinden çıkmak istiyormuşçasına hızlı hızlı atıyor, benliğine de sığmıyordu. Bir şeyler görmüştü, sahi ne görmüştü rüyasında? Küçücük bedenine ağır gelen ne görmüş olabilirdi?
Hatırlayamıyordu.
Acı dolu bir rüyaydı lakin kötü bir şey gördüğünü de… Sanmıyordu. Rüya mıydı onu da bilmiyordu ama azaları sızlıyor, küçük bedenine iğne saplanıyormuş gibi hissediyordu. Üstündeki yorganı kaldırıp yatağın üzerinde doğrularak bacaklarını kendisine doğru çekti. Kollarını bacaklarının etrafına dolarken gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı ve rüyasını anımsamaya çalıştı. Sessizlik içinde geçen birkaç dakikanın ardından aceleyle gözlerini açtı. Uyandığında yanında kimse yoktu! Annesi, yanında değildi! Annesi, neredeydi?!
Sahi o, buraya ne zaman gelmişti ki? En son…
En son, annesinin; saçlarını okşayışını hatırlıyordu! Hatta… Hatta istiyorsa bir masal anlatabileceğini söylemişti annesi. Israrla istemediğini, reddedişini anımsadı! Annesinin ona seni seviyorum diyişini anımsadı.
Ona söyleyememişti, gözünden düşen bir damla yaşı gördüğünü. Minik yüreğine bir damla yaş azapken boğazı düğümlenir de gözleri dolarken nasıl söyleyebilirdi?
Sahi, neredeydi annesi? Neredeydi en değerlisi?
Minik bedenini, yataktan kaldırırken yatağın ucuna iliştirilmiş eski ceketi aldı ve üzerine geçiriverdi. Merakla, odanın kapısına ilerledi. Elini kapı kulpuna attığında içeriden kadın sesleri yükseldi.
Birisi mi ağlıyordu?
İçi korkuyla dolarken endişe, gözlerine ulaşmıştı. Birkaç saniye hareketsiz kaldı, nefes bile almaya korkuyordu. Rüyası geldi aklına hemen, kötü bir şey olacağının alameti miydi yoksa?
“Allah’ım,” diye mırıldandı titreyen sesiyle. “Allah’ım, sen yard-”
“Aaaahh! Ahh!” Bir anda çığlıklar yükseldi! Çocuğun gözleri doldu. Bir şey olmuştu! Çok kötü bir şey olmuştu! Çığlıklar peşisıra artarken kulaklarını tıkamak istedi ama bunu yapmak yerine kulbu çevirdi ve odadan çıktı.
Bir sürü kadın vardı. Odadaki tek kanepenin yanında duran kişi, babası mıydı; seçemiyordu. Yok yok, babasıydı! Ne işi vardı babasının orada? Bu kadınlar neden ağlıyordu? Halası mıydı sobanın köşesine ilişen?
Kanepenin yanında teyzesi de vardı sanki. Annesi, neredeydi?
Birkaç kadın ayağa kalkıp hızlıca odadan çıktı. Odanın bir nebze olsun ferahlamasıyla kanepeye doğru ilerledi çocuk. Kanepede yatan kimdi, göremiyordu. Babası, niçin kanepenin üzerine doğru eğilmişti? Annesi, neredeydi?
“Baba,”dedi yüksek sesle. “Baba!” Babasının göğsü sarsılmaya başladı, görebiliyordu. Neden ona, cevap vermiyordu? Halbuki… Halbuki para da istememişti, kızdırmamıştı onu. Neden böyle davranıyordu?
Kanepeye doğru birkaç adım attı. Duraksayıp teyzesine çevirdi bakışlarını.
“Teyze?” diye seslendi sorarcasına. Onun da göğsü aralıklarla sarsılıyordu. Annesi, neredeydi?
“Teyze...” dedi bu sefer yılmış gibi, cevap alamayacağını bile bile. Pes etmişçesine kanepeye doğru yürüdü. Anlamıyordu, neler oluyordu. Kanepede yatan kim-
Yerinde donakaldı çocuk. Nefes almayı kesti. Kalbi hareket etmeden çalışmaya başladı. Başı öylesine ağrımaya başladı ki, şiddetten öleceğini sandı.
Mosmor olmuş dudakları gördü. Sonra, bembeyaz olmuş yüzü gördü. Kopyasını aldığı çukurlar yoktu, o yüzde! Yoktu, annesinin her zaman gülümseyen çehresi. Öylece bakakalmıştı işte! “Anne,” diye fısıldadı idrak edemeden. “Anne niye uyuyorsun?!” Kanepenin yanına ilişti. Konuşurken onu kırma ihtimalinden bile korkuyordu. “Anne, uyan!”
“Anne, niye uyanmıyorsun?”
“…”
“Anne! Anne!” diye bağırdı en sonunda annesinin buz kesmiş cansız ellerini eline alıp. “Anne,” diye fısıldadı. O kadar korkuyordu ki korkudan kendi elleri de buz gibi olmuştu. Sanki bahir kurumuş, çorak bir toprak kadar yalnız, huysuz ve hissiz olmasına ramak kalmıştı. Niçin, uyanmıyordu?
Neden birdenbire vahada yolunu kaybeden bahtsız, âba muhtaç bir bedevi gibi hissediyordu? Öylesine çaresiz, öylesine aciz…
“Oğlum,” diyerek ayağa kalktı teyzesi. Yanına gelip omuzlarını tuttu. Burnunu çekiyor, elindeki peçeteyi sürekli burnuna götürüyordu. Burnu, defalarca kez silmekten olacak ki kızarmıştı. Gözlerinden birkaç damla yaş dökülürken “Oğlum,” diye fısıldadı anaç bir edayla. Bu, ufak çocuk ona ablasından emanetti, kuşkusuz.
Bu küçük çocuğun, dünyada yapayalnız kalması adil miydi? Yahut, nasıl üstesinden gelecekti?
Bir insan, annesi öldüğünde kimsesiz oluyordu. Sudan acımasızca çıkarılan balığın çırpınışları gibi, nasıl karşı koyacaktı dünyaya?
“Oğlum,” diye tekrarladı içi ürpererek. Çocuğun omuzlarına sarıldı. “Annen-”
Lafı kesildi, dışarıda büyük bir gürültü koptu. Ve ardından bağırışlar geldi.
Duyuyordu çocuk da kadın da. Her bir kelimeyi, tek tek duyuyordu.
“Öldü mü? Kızım, öldü mü? Kızım! Aman Allah’ım.”
“Kızım!”
“..” Arkadan gelen “Amca, amca! Amca sakin ol!” bağırışları ile avare bir sersemmişçesine kaşlarını çattı, çocuk. Kalın, boğucu sesin sahibi dedesiydi. Kızım öldü mü?
Birkaç saniye sonra cümle beyninde hece hece, harf harf yankılanırken “Anne,” diye çığlık attı. Ve teyzesinin, omzundaki ellerinden hışımla kurtularak odadan koşarak çıktı.
Bahçe, insan seline dönmüştü, insanlar öbek öbek ayrılmış; kimisi ağlıyor kimisi dua ediyordu.
Bir yerden de dua sesleri yükseliyordu, arşa. Dedesini gördü, yanındaki insanları; suretine ince ince işlenmiş acıyı, bir şey yapamamanın aczini…
Ve koşmaya devam etti dışarıya doğru. Annesinin dudakları, mosmordu. Annesinin bedeni soğuktu, cansızdı.
Cansız. Soğuk.
Bu kelime, her şeyin sonuymuşçasına asılı kaldı alemde. Ufukta beliren güneşin hüzmeleri bile dindiremiyordu bir ölü bedeninin can yakıcı soğukluğunu. Ama o, nereden bilsindi ölümü. Nasıl düşünsündü ki ebedi yolculuğun bu denli acıtıcı da olabileceğini?
Bir fırtına kopup gitti yüreğini kasıp kavurarak. O gün, bir ölü kadar sessiz ve durgun olan çarşaf deniz kıyıya birbiriyle yarışırcasına sertçe vuran dalgalarla hareketlendi. Bir kuş sürüsü, çığlık çığlığa özgürlüğe kanat çırptı. Bir bebek, kahkahalarla gülerken bir anda ağlamaya başladı. Gökyüzünü aydınlatan binlerce yıldız birer birer kaydı. Bir kadın ağıdı duyuldu. Alevler, usul usul esen yele karıştı. Birisi, çok yakından birisi elini dizine vura vura ağlıyordu. İç parçalayan ses, gökyüzünü delercesine semaya yükseldi. Kadının çığlığı anımsatan hıçkırıkları, insan yüreğine oklar saplıyor; azalarının en derininde bile hissediliyordu.
Nefes nefese kalmış bir halde duraksadı, başını semaya kaldırdı; derin bir nefes çekti içine.
Neydi sahi, ölüm dedikleri şey? Bir cisim miydi yahut bir insan mı? Nefes alabiliyor muydu, o da yemek yiyebiliyor mu; konuşabiliyor muydu? Yoksa o da gülümseyebiliyor muydu annesi gibi? Herkesi mutlu etmeye çalışıyor, bir anda sürprizler yaparak onları mutlu mu ediyordu? Öylese niçin en sevdiğini ondan almıştı? Niçin sevgiye en muhtaç olduğu anda annesi ölüme kanmıştı? Yoksa en hüzünlü ayrılık mıydı, ölüm? Niçinler beyninde birikmeye başladığında çocuk, yeniden koşmaya başladı. Süratla koşarken ağaçlar bulanıklaşıyor, sokaklardan yükselen kahkaha sesleri ile endişeli şöforlerin tahammül edemezmişçesine bastıkları kornalardan yükselen sesler birbirlerine karışıyor: büyük bir hengame oluşturuyorlardı. İlk gözyaşı tanesi bir yel gibi yanaklarına damladı. Damlalar, güldüğünde varlığını belli eden gamzelere ulaştığında çocuk hıçkırmaya başladı.Öyle içten bir sesle ağlıyordu ki yanından rüzgar gibi geçtiği insanlar, başlarını yerden kaldırıp uzunca onun arkasından bakıyorlardı.
Asırlık çınar ağacının yanına ulaştığında adımlarını yavaşlattı, kısa bir süre ahesta adımlar atıp durdu çocuk. Hemen, çakıl taşlarının çevrelediği ağacın kuytusuna ilişti. Kollarını ağacın büyük, kahverengi gövdesine doladı, ayağının ucuyla kuvvetli esen bir rüzgarla muhtemel yere düşmüş yuvarlakça fakat sivri ve dişli olan sararmış yaprakları eşelemeye başladı. Gözleri akmamış yaşlarla doluydu onca gözyaşına rağmen, yanaklarıysa ıpıslaktı ama o bunu önemsiyormuş gibi gözükmüyordu. Bir ara kolunu kaldırıp olabildiğince hızlı bir şekilde yüzünü sildi. Tam o esnada, cennet gibi bir koku yayıldı sokağa. Çocuğa nispet yaparcasına çınarın etrafında dolandı durdu.
“Oğlum,” diyen cennet kokulu bir ses çalındı kulağına. Oturduğu yerden hışımla kalkmaya çalıştı ama nafileydi. Farkında bile olamadan baştan sona çamura batmıştı. Titremeye başlayan dudaklarına, esaretten kurtulmaya çalışan gözyaşları da eklendi. Kısacık göz kırpış mesafesinde her biri tane tane süzülerek gamzelerinin üzerinde vuku buldu.
“Anne,” diye fısıldadı, mavi ceketinin kollarını kendine çekerek. Bir kez daha yüzünü sildi. “Anne,” diye söylendi ardından. “Gitme, n’olur…” Çatlamış çatalaşmış sesi, küçük yüreğine ağır gelen acının alametini taşıyordu. Titrek bir sesle yalvardı, “Anne, anneciğim…”
“Anneciğim n’olur gitme…” Kanadından vurulmuş bir güvercinin son arzusuydu belki de. Yolunu şaşırmış amâ misali, ne söyleceğini; ne yapacağını; nereye gidebileceğini bilmiyordu!
“Anneciğim,” diye fısıldadı son bir gayretle. “Seni çok özledim,” Asırlık, heybetli çınarın altında, küçük dünyası karanlığa boğulmadan önce tek söylediği, buydu.
Gerisi, kocaman; dehşet verici; korku dolu; kimsesiz bir boşluktu.
*
Güneş, ahvale kayıtsız kalamayıp göğe ahmerle bal renginin karışımı bir güzellik saçmıştı. Hava, yazın geldiğini fısıldarcasına sıcacıktı. Ihlamur ağacının gölgesi, ağacın kovuğuna ilişmiş çocuğun minik bedenini korumak istercesine heybetle yükseliyordu. Ağacın hemen arkasındaki iki katlı, ahşap evin kapısı bir anda yükselen gıcırtıyla açıldı.
Kumral, uzun boylu genç bir kadın; elindeki küçük, mavi pikeyle dışarıya çıktı. Ela gözleri, kış bahçesi olarak tasarladıkları küçük verandada dikkatlice dolandı. Aradığını bulamayınca adımlarını, bahçenin dışına yönlendirdi. Adımları, minik oğlunu nerede bulacağını biliyormuşçasına kendinden emindi. Haşmetli ıhlamur ağacına yaklaşırken gardenyaların etraftan burnuna doğru süzülen mis kokusunu içine çekiyordu. Telli duvaklı bir gelinmişçesine ağaçların çevrelerinde vuku bulan bembeyaz gardenyalar, nasıl da gururla dimdik duruyorlardı öyle! Utangaç bir tebessüm, dudaklarının ucuna yerleşti. Ağacın gölgesinde yatan oğlunu görünce, tebessümü dudaklarında asılı kaldı; oğlunun yanına gidip pikeyi yerde uzanan bedeninin üzerine koydu.
Genç kadın, içinde hissettiği a’zamî sevgiyle elini oğlunun saçlarına attı ve saçlarını okşamaya başladı.
Nasıl da huzurlu uyuyordu! Melekleri kıskandıracak güzellikte ve saflıkta olan oğlunu bazen içine sokası geliyor, ona zarar geleceği endişesiyle içi kavuruluyordu.
Anlaşılan, babasının anlattığı hikaye onu yormuştu. Kim üzülmezdi ki bir çocuğun annesini kaybedişine? Yaşı ne olursa olsun; anne, bir çocuk için ahd gibiydi; unutulmaz, vazgeçilmez.
Lakin… Herkes, aynı şartlarda büyümüyordu. Büyük imtihanlarla sınanıyor, hayatta kalanlar mükâfatlandırılıyordu.
Öyle ya, dünyanın binbir türlü ahvali vardı ve her biri de kaderi bilip hücrelerinin her demine dek amenna diyordu. Her şey, Allah’tandı; bela da aşk da sevinç de hüzün de.
Eşinin, ona hayatını anlatışını; küçükken tevafuk misali gördüğü rüyasını; annesini kaybedişini anlattığı günü ve ona söylediklerini bir bir hatırlıyordu.
“Dünya, bir han,” diye başlamıştı söze, eşi elindeki fincanı masaya bırakırken. Boğazını temizledi, uzun bir konuşma olacakmış gibi. Dünya, ahirete varan bir serencam. İnce ince, ilmek ilmek işlenen bir akabe. Sınayan, eleyen bir arasât. Arbedeye gizlenmiş a’raf, dünya. Sezai Karakoç’un söylediği gibi; “Kaderin üstünde bir kader var,” Halbuki dünya, kaderin üstündeki kaderle sarsılan, çevrelenen küçük bir yer. Sen ne kadar çok seversen sev, ne kadar özlersen özle, ne kadar çok ağlarsan ağla; her şey, kaderin üstündeki mutlak kaderde saklı. Acı da özlem de sevgi de… O gün de böyleydi. Yaşanacak acının, akıtılacak gözyaşının sırrı; semanın da üstündeydi…”