11 Temmuz 2015 Cumartesi

LÂ TAHZEN

 Ve inanç, tüm insanlığı kurtarabilirdi; değil mi?


Şıp, diye bir damla su iniyor semadan yeryüzünün kasvetli atmosferinin kucağının tam ortasına. Esamesi dahi okunmayan bir saatin yelkovanı bir milim daha hareket ediyor. Oysa, yelkovanın aksine saliseler yelesini şahlandıran bir cenk atı misali rüzgar gibi bir hızla birbirlerini kovalıyor küçük, oval camın içerisinde. İnsan, semanın saflığına kanıp da yeryüzünü mü mesken edinmişti, inanın genç kız da bilmiyordu bu sualin yanıtını. Ne vardı ki, yanıtsız soruların oluşturduğu yığına baktıkça kız; gülümsemekten kendini alamıyordu. Öyle ya; bir ahit yoktu küçücük bir organın ebediyete kadar atacağına dair, dünya denilen acımasızlığın da vuku bulduğu bedestenden kimler geçmişti de tarih olup karışmışlardı kaderin sırrına. Ademoğlu, âbın ıssızlığını sineye çekip de yeryüzünün şuh bir edayla göz kırpışına mı teslim etmişti benliğini, ahiretini? Bilemiyordu genç kız da. Aslına bakarsanız, Adem’le Havva’dan geldiğine gözü kapalı emin oluşu kadar çok iyi biliyordu bilmesine de bilmemesi gerektiğinin bilincinde bir kızdı. Ademoğlu, ona sunulan altın tepsiyi kendisinden her fırsatta uzaklaştırmaya çalışırken yere düşürüp tuz buz ediyor ardından ise pişkin bir sırıtışla arkasını dönüp uzaklaşıyordu. Genç kızın, henüz bu sabah karşılaştığı içler acısı duruma şahit oluşu da elbet sebepsiz değildi. Fıtratında yer edinen bir tutam şeytani hissin, yaşlı ve kimsesiz bir insanı açlığa tutsak ederek sefil bir yaşama lâyık görecek kadar vicdansız olması; umulmadıktı ve doğruyu söylemek gerekirse bilhassa da vahimdi. Oysa, genç kız okuduğu kitabın ardından tevafuki biçimde yaşlı bir insanın dilsiz iniltisini, harekesiz bedduasını işitmişti. Semada, zulmün dalda dalga yankılanacağını bildiği halde insanoğlu, tekrar ediyordu hatasını ebediyete dek. Şeytani varlığın, insan olsun; haset olsun; vicdansızlık olsun; menfaat olsun; hırs olsun; nefret olsun, ona sunduğu ateşten gömleği, yüzüne yerleştirdiği sinsi bir ifadeyle sırtlanıyor; dünya denilen fakat aslı bir zindandan farksız olmayan garip aşiyanı gri renge boyamaya kaldığı yerden devam ediyordu; -ah bir fark edebilseydi de içmeseydi sefa içerisinde- ne denli yıkıcı; yakıcı tatta olan ba’desini yudumlarken.

Avuçiçlerini semaya kaldırırken gözü yaşlı “Merhametinle muamele eyle, ya Rab,” diyen insanoğlunun aksine merhametsizliğiyle böbürlenen teslimiyetten azade ruhların hasede bürünen gözleri, evreni kasıp kavura da bilirdi. Genç kız, hasedin kıvılcımlarının çaktığı gözlere bakarken, “Şahid ol, ya Rab,” diyordu gözünden bir damla kayıp gamzesinin engeline takılırken. Çünkü, onlar her yerdeydi! Gözünü ne zaman kapatsa; hapsolduğu siyah tuvalin üzerinde belirmeye amade gözlerin esareti altında prangalara vuruluyordu. Haset, öyle bir yangındı ki insanın yüreğini sıkıntıdan eziyor da eziyor; küçültebildiği kadar küçültüyordu şu küçücük gezegende. Kül oluyordu, insana dair olan her şey. İnsanlığın tek bir kırıntısı dahi kalmıyor, inancı da beraberinde sürüklüyordu. En kör bıçaklar, bileniyor; en vurucu kelimeler, diziliyordu boğazlara birer birer. Okunulmaması gerekenler, okunuyor; huzur hiç varolmamışçasına ateşe veriliyordu aslında bir kelebeğin ömründen fazla da uzun olmayan insan hayatında. Genç kız, bu fikri pek tasvip etmese de belki de zindan ediliyordu güzel günler. Akıp giden suyun, baharda açan limon çiçeklerinin mis kokusunun, gülüp eğlenilebilecek gençlik yıllarının güzelliğinin ve eşsizliğinin ve sonluluğunun bilincine varamıyordu, dünya derdine düşmesi gerekirken bencilliğinde ve hasedinde boğulan insanoğlu. İnanç, darbe üstüne darbe alıyordu önlenemezcesine.
“Üstelik...Üstelik tüm bunlara sebebiyet veren, şeytan değil mi?” diyordu genç kız da.
Ölse de kurtulsam cümlesinin verdiği şaşkın isyankârlığın nedeni de şeytan değil miydi? Amansız bir hastalıkla boğuşuyordu insanoğlu kıyamete değin. İnsanın hem kendi içinde bitmek bilmeyen bir savaş vardı hem de adımını attığı her bir zeminin üzerinde. Nasıl bir dehşetti ki yeryüzünün helakını önleyebilen ebedi insanların ayakizlerinin silinmeye başladığı toprakların hemen üstünde yaşanıyordu savaş.

Aslında, düzenek oldukça basitti lâkin insan anlayabileceği kadarını idrak edebiliyor ve bir diğerine asla benzemiyordu. Düzen, ezelden ebede değişmeyecekti; yıllar, birbirlerini adeta kovalıyordu sularla çevrelenmiş küçük, toprak yapının üzerindeki bulutların gölgesinde. İnsanoğlu, şeytanın cennetten kovuluşundan beri ihanet ediyordu, Yaratan’ın tek bir dokunuşuyla darma duman edebileceği aciz kainata. Ama değil miydi ki dünyada şeytan vardı var olmasına; Melek’in varlığı da nedensiz değildi! Bir yetimin, bir annenin, bir mazlumun gözündeki gözyaşının yanaklarına, gamzelerine ulaşıp yeryüzünü ateşe verdiği an; bir ayetin emsalsiz sıcaklığıyla kavruluyordu insan yüreği.

“Lâ Tahzen! İnnallahe meane!” (Tevbe-40)

Değil miydi ki bir zalim olacağına bin mazlum olan Müslüman’ın kuşkusuz teslimiyetinin sebebi, inanç? Ve inanç, tüm insanlığı kurtarabilirdi; değil mi?
Genç kız da ben de titrek bir nefesin ardından işitilecek sese kulak kesildik. Bir “ah” duyuldu, göğün güneyinden. Sahi, kime göre güneydi? Belki de kuzeyinden yükselmişti! Hayır, hayır...


Bütün sema, “ah”lara esir düşmüş; ebediyete dek sürecek sessiz bir tutsaklığın arefesine delalet olan yakarışın kapısını açmıştı. Ama... Ama Allah mazlumun ahını, hesapsız bırakacak değildi. Şüphesiz, O; en adil olandı!


6 Temmuz 2015 Pazartesi

Gün Batımı

Günün her anı ayrı bir anlam yüklüdür eğer güzelliklerle ve mutluluklarla doldurabilirseniz.Özellikle gün batımları ayrı bir heyecan uyandırır bende.Sıcak ve yorucu bir günün ardından güneş kısa bir süreliğine mola verir.Ama birden değil parça parça, yavaş yavaş.İşte güneşin bu toparlanma süresi benim için etrafı seyretmem ve hayallere dalmam için mükemmel bir zamandır.Geçmiş, an ve gelecek bir potada erir.Hızlı bir hayat muhasebesi:neler yaptım neler yapamadım neler yapacağım...Bunları düşünmek için en güzel zamandır gün batımı çünkü her fani şeyin sonu olduğu gibi bize verilen ömür sermayeside bir gün son bulacak, aynı güneşin doğması bir müddet en tepede hükümran olması ve yavaş yavaş kaçınılmaz sona doğru ilerlemesi gibi.Bu muhasebenin en güzel yeri ise yaşadığın mutlulukların ve sevinçlerin tekrar aklına gelmesi ve içten bir gülümse ile o anları yeniden yaşaman.Hayatın bitmez tükenmez bilmeyen koşuşturmacasında insan bazen farkına varamayabiliyor zamanın nasıl geçtiğinin, yaşın ilerlediğinin, yılların süratle geçip gittiğinin.Tarihin bu hızlı akışında ise gün batımı sorgulamak ve tefekkür etmek için çok güzel bir vakittir. Özellikle İstanbul'da bunun için çok güzel fırsatlar vardır.Tramvayda tarihin içinden geçerken ya da Fatih'te sultanahmet'ten Ayasofya'ya yürüyerek.Üsküdar'dan kız kulesine ya da Beykoz'a; ormanın ve doğal yaşamın içine doğru.Bu liste uzatılabilir. Velhasılı kelam dünya meşgalesinden sıkıntılardan kederlerden acılardan hüzünlerden bir kaçıştır gün batımları.Ya da eski günleri olayları yad etmek ve bir parça huzur bulmak için bir yüce dosttur gün batımları.

26 Haziran 2015 Cuma

AİLE


Karanlığa açtım bu gün gözlerimi..
Üstelik alarmsız ve biri kaldırmadan uzun süredir bu kadar erken kalkmıştım. Niye uyandığımı düşünmeden doğruldum yatağımda. Terliğimi sağ ayağımla yoklayıp buldum. Sendeleyerek banyoya giderken kendiliğimden niye uyandığımı düşündüm. Erken de uyumamıştım, alarmın çalmasına daha çok vardı. Abdest almak için sıcak suyun akmasını beklerken -aynada kendime bakar bir şekilde- aklıma seneler öncesinden bir sabah geldi. Yine o zaman da böyle zamansız kalkmıştım kendiliğimden. O uyanışımda korkudan kalkamamıştım yatağımdan hatta sadece gözlerim yorganın üstündeydi. 12 yaşımdaki o korku hala aklıma geliyor gülerek. Yan yatağımda yatan, belki yetimhanenin en yetim çocuğu, Ahmet Kemal'e seslendim. Beni duyduğu yoktu, iyice korkmuştum. Daha küçükken temizliğimizi yapan bir teyze vardı ondan duyduğum dualardan aklımda kalan birkaç kelimeyi tekrarlayıp durdum. Sadece bir kaç kelime... Korkum duayla azalmıştı, rahatlığımı hissedince tekrar uyumak için gözlerimi kapadım. Ama uyuyamadım, tekrar korktum. Bu sefer Ahmet Kemal'e geçenkinden daha yüksek fısıltıyla seslendim. Ahmet Kemal her zaman diğer çocuklara okuduğu meydanı bu sefer karanlığa okudu.Uyku tutmadı, korkuyorum dedim. Biraz sitemle olsa da kalkıp yanıma geldi. Yetimhanenin en yetim çocuğu benim tek dostumdu, onun da tek dostu ben. Ondan sonra en yetim bendim sanırım. Biz hep yalnız kalırdık ama birbirimizi de çok az bulurduk. Son zamanlarında yani yetimhaneden kaçmadan önce daha samimi olmuştuk. Samimiyetimize rağmen kaçacağını söylememişti bana. Belki bu sessizliğinden samimi olmuştuk onla. O yüzden çok da kızmadım haber vermedi diye. Bir daha da hiç görmedim onu. Tek dostumu da yitirmiştim.
O gece yanıma geldiğinden "korkacak ne var kimden neyden korkuyorsun baksana herkes uyuyor neyden korkuyorsun ?" dedi. Söylediklerini düşünürken uyuyakalmıştım. Sabah kalktığımda sanki hala düşünmeye devam ediyordum. Çünkü bana ters gelen anlayamadığım bir nokta vardı. Sanki korkmak için herşey tamamdı da sadece o anlayamadığım, ters gelen şey vardı. Bunu düşünmek korkumu unutturmuştu, uyumuştum. "Korkacak ne var" deyişi... En çok bunu düşünmüştüm. Bir süre sonra bu konuşmayı düşünmekten korkmaz oldum karanlıktan, sessizlikten, geceden, kimsesizlikten...
Hatta kimsesizliğimi o zaman düşündüm ilk olarak. Kimsesizlik ve zıttı, kimsesizliğin zıttı ne? Kalabalık mı, herkeslilik mi, aile mi? Zıttıyla çelişen kendisiyle barışık bir haldeydim ama ne zıttını gördüm ne de kendisini düşündüm bu güne kadar. Kalabalığı düşündüm ilk zamanlar kalabalık ne diye. Etrafıma bir baktım tam ortasındayım kalabalığın. Herkesliliği düşündüm, herkesle değilim ama herkesle olabilirim. Bu benim elimde.
Aile konusunda hiçbir fikrim yoktu. Ne örnek birisi ne aile sahibi bir çocuk ne de aileyi anlatan biri, hiçbiri yoktu. Sadece yurt müdüresi, asıl ismini hala bilmediğim, bir defa "bir ailen olsun ister misin?" diye sormuştu. Anlamını bilmediğimin bile farkında olmadan "olsun" demiştim. Bu kadardı ,aile ile ilgili fikrim  ve zikrim bu kadardı. Aile kavramı ve aile olgusu bu soruyla, bu soruya kadar vardı bende. Daha 12 yaşımı bitirmeden kasım sonlarına doğru müdüre beni odasına çağırmıştı. Müdüriyete girdiğimde yerdeki koyu yeşil halı dikkatimi çekti ya da bilmiyorum bakacak başka taraf bulamadığımdan yeşil halıya bakmıştım uzun süre. Müdürenin karşısında oturan iki kadın ve ayakta bir erkek vardı. Ben içeri girince hepsinin yüzü gülmüştü, yolcusunu bekleyen biri gibilerdi."İşte Hayri" dedi müdüre. Beni anlattı onlara, çok gizemli olduğumu diğer çocuklardan daha zeki ve düzenli olduğumu söyledi. Yeşil halının desenlerini incelerken bunları düşündüm. Nereden biliyordu gizemli ve zeki olduğumu, düzenli oluşumdan benim bile haberim yoktu. Bu söylenenler benim yanımda söylenenlerdi, kim bilir ben yokken neler söylendi. Konuşması bittikten sonra ayakta duran adam -bir süre sonra baba diyeceğim- masadan iki sandalye alıp kadınların yanına yerleştirdi. Benden yerimden kalkıp sandalyeye oturmamı istedi. Çok kibarca kalktım koltuğumdan, sandalyeye giderken kızıl saçlı kadının gamzelerine bakakaldım. Sonra utanıp tekrar kafamı eğdim aşağı. Utandığımı anlayan müdüre "Hayriciğim kaldır artık kafanı. Bu insanlar artık senin ailen. Onları tanımaya sevmeye çalış.". Tanımak neyse de sevmek çalışmayla olur mu, bilemedim. Onu düşünedurdum o vakit.
Bir kaç dakika sonra kapıyı birisi çaldı ve girdi. Gireni tanımıyordum. Elinde büyük iki bavul "Hayri'nin eşyaları toplandı müdürüm, kitaplarını ve eski oyuncaklarını da koyduk bavula" dedi. Eski oyuncaklar demesi beni üzmüştü. Eskimeyen oyuncaktı onlar.Ben neler olduğunu yeni anlamaya başladım. Görüyordum duyuyordum ama anlamıyordum. Bakmakla görmek arasında ki fark gibi.Anlayınca ilk sorum hatta ağzımdan çıkan ilk kelime onları çok hüzünlendirmişti. "Benim bir ailem mi olacak şimdi?". Kızıl saçlı kadın duygulandı, sanırım ağladı biraz. O kızıl saçlı kadın da annem olacakmış, anne diyecekmişim ona, öyle söylediler çıkarken. Ama anne olur mu, anne olunur mu bilemedim o zaman, düşünemedim bunu. "Anne" dedim.
Eve gittikten iki gün sonra anne dedim ona, kadın yani annem ağlamaya başladı. Sarıldı sıkı sıkı, hala ağlıyordu.Ailem olmuştu artık bir annem vardı bir babam. Bendeki o anlayamadığım korkunun, "korkacak ne var" sorusuna cevabım artık vardı.
İlk defa 12 yaşımda anne dedim. Buna rağmen zorluk çekmedim. Annem de çekmedi. İnsan yaradılışında varmış demekki bu.
Özel bir okula başladım ve ilk defa babam beni okula bıraktı. Cebime kantinde harcamam için okulda yemekhanemiz olmasına rağmen kantinde harcamam için para verdi. İlk sürpriz 12 yaşımda yapıldı, ilk yaş günüm bu yaşımda kutlandı, iyi ve kötüyü ilk defa bu yaşımda öğütlediler annem ve babam. Akraba ziyaretini, akrabanın ne olduğunu ilk defa bu yaşımda öğrendim.
12 yaşımda başlayan bu yenilik hatta başlayan bu devrim 20. yılında bu sabah vaktinde ayna karşısındaki seyahatimde aklıma geldi. O günden bu güne onlardan kalan arkalarında bıraktıkları bir eser ben varım. Onlar da kalmadı annem ve babam, onlar da kalmadı.Onları kaybetmek bağımlı bir insanın bağımlılığından vazgeçmesi gibi oldu bana. Bana bıraktıkları, taşımaktan gurur duyduğum soyadı ve dünyanın hiçbir yerinde bulamayacağım aile olgusu oldu.Küçükken gittiğimiz akrabaları hala aynı heyecanla ziyaret ediyorum. Annemi babamı hatırlatıyorlar onlar bana.
O yaşımda başlayan ailem hala devam ediyor. Bir karım var ve bir kızım olacak inşallah. Yataktan kalkarken eşimin yatakta olmadığını farketmemiştim. Abdesti aldıktan sonra salona baktım orada uyumuş. Daha önce de yapmıştı böyle. Ağrısı sancısı olduğunda beni uyandırmamak için salona geçerdi. Annemle beraber hayatımda sahip olduğum iki kadın. Canım benim. Üzerini örttüm, ben de geri odama gittim. Namazı kıldıktan sonra farkettim saat hala çok erkendi. Vakte bakmadan kıldım namazı. Rahmetli babam her zaman "senin niyetin temiz olduktan sonra vicdanın rahat olsun, olmadı kefaretini ödersin" derdi. Bu sefer olmaz babacığım.
İşe gitmek için tekrar yatağa yattım. Yüzümün güldüğünü farkettim. 20 senelik şeridin gözümün önünden geçmesi, ailemin oluşu beni mutlu etti. Mutlu kalkacağım. Aile saadetini aileyi bana öğreten anneme ve babama Allah'tan rahmet diliyorum..
NOT: 'İskandilia' dergisinde bu yazıma yer veren Alpaslan Tandırcı'ya teşekkür ederim.

                                                        İSMAİL HAKKI AYKUT


21 Haziran 2015 Pazar

Özgürlük

   Başlarken diye bir giriş yapmayacağım kusura bakmayın. Bildiğimiz gibi özgürlük kavramı hakkında yazacağım ama benden edebi bir yazı beklemeyin. Sokaktaki beyefendilerin ağzıyla yazıyorum.Böylesi daha iyi olacak inşallah.Bilimsel yazılara karşıyımdır samimilik hep eksik kalır . Yazacaksan samimi yazacaksın ve benden de böyle bir yazı çıktı.
   ÖZGÜRLÜK ,HÜRİYET,ERKİNLİK
   Rengi mavidir.
   Birçok temsil edildiği nesne vardır ama en hoş olanı beyaz güvercindir.
   Ve özgürlük nedir, en başta bunu bir dile getirmem gerekiyor herhalde.  En anlatılır şekli şudur ki;
   Her istediğini yapabilmek, hiçbir kısıtlamanın onun üzerine olmamasıdır.
   Her canlı özgür müdür? Haşa saf özgürlük yanlız Allah’a mahsustur.
   Hiçbir canlı tam anlamıyla özgür değildir ve olamaz da. Bu Allah’ın kanunlarına aykırıdır.
   Özgürsün , içki iç , kumar oyna , fitne çıkar,  iftira at, zina yap...
   Eğer sen isteyip de yapabiliyorsan özgürsün, yapamıyorsan değilsin aslında olay bu kadar basit.
   Merak etmeyin açıyorum yavaş yavaş ve biz bu dünyada özgürlük potansiyelimizin sadece en azını kullanabiliyoruz.
   Peki geçmişte, gelecekte ve hala niye insanlar hüriyyetleri için savaşmışlardır? Niye bu kadar kan dökülmüş hala dökülüyor ve dökülecek ?
   En basit olarak tarihimizden bir örnek vereyim.
   Kürşat ve 40 yiğidi eğer onlar onu özgürlük kavramını bu kadar düşünmeselerdi nasıl tüm Türklere öncü olabileceklerdi ?
   Ve insan yapısında neden özgürlük var ve neden bu kadar çok istiyor?
   Bence insan genetiğinde var ve  şöyle ki;
   Eğer sen bir zevki tatmışsan, örneğin eroin bağımlılığı. Eroyin tatmayan bir insan onun verdiği zevki merak ediyor mu ? Ya onu tadan insanı düşünelim . Bağımlıları onun zevkini ve her ne lanetse artık bilmiyorum tattıkları için sürekli istemiyor mu ?
   Peki insanoğlu  nerde tattı bu özgürlüğü diyeceksizniz bana.  Bende derim ki; insanoğlu öyle bir tatdı ki özgürlüğü hala tadı damağımızda.
   Elestübi rabbiküm... Değil mi ? Rabbinin sesini duymadın mı orda ?
   Veya Adem baban cennet nimetlerini tatmadı mı?
     Cennet insanoğlunun özgürlüğünü sınırsız tadabilmesinin ikinci en büyük noktası değil miyd ? Hala duyarız, genelde çocukken söylemişlerdir ‘’ cennete aklınıza ne gelirse hemen karşında belirir’’ Eee bu özgürlüğün birebir tabiri değil midir? Peki insanoğlu kendini en özgür hissettiği; özgürlüğünün doruk noktası neresidir ? Cevap cok basit. Cemal-i İlahi’dir. Hiç duymadınız mı onun cemalini görseniz cennet nimetlerinden vazgeçersiniz, bakmazsınız bile o nimetlere diye. Şu da bir gerçek ki biz bu dünyadaki hareketlerimizin bedeli , ahirette özgürlüğümüzün kısıtlanmasıdır. Bu dünyada ne ekersen ahirette onu biçersin. Mürtet misin münafık mısın 7.kat günahkar mısın 1.kat cehhenneme. Hem özgürlükte, hem de insan yaratılışında en çok istediği şeyden mahrumsun , hem de bir ton ceza almışsın. Eminim insana orda en çok koyacak olan nedir biliyor musunuz, en üst seviyedeki özgürlüğü, Cemal-i İlahi’yeyi görememekten başka bir şey değildir. O zaman diyecek insan kendi kendine cennet de istemem cehennemi de ve Yunus Emrenin sözü gelecek aklımıza ‘’ Cennet cennet dedikleri birkaç köşk birkaç hüri isteyenlere ver onları bana seni gerek seni’’ Evet bu ahiretteki özgürlüktü peki dünyadaki ? Ben şöyle tasvir ediyorum kardeşlerim;
   Dünyadaki özgürlük dedikleri şey,
   Büyük bir tarla var , ucu bucağı yok tarlanın, her yer deniz gibi yem yeşil otlar çiçekler ve siz ve özgürlüğünüz aynı beden içinde bir koyunsunuz ve boğazınıza bir ip ile bir kazığa bağlısınız. Sadece ipinizin uzunluğunca yemek yiyebiliyorsunuz. İpiniz kaç metre ise o alan içerisinde dolaşabiliyorsunuz. İşte o koyun sizsiniz, o alan dünyadaki yapabilecekleriniz ve o ip ise Allah’ın koyduğu yasaklar ve kurallar. İpinizin ulaşabildiğiniz kadar özgürsünüz ve kısıtlı gelebilir size ancak ipi keserseniz ahiret hayatındaki milyarlarca km olan ipinizi de kesmiş olursunuz ipsiz ipsiz dolaşamassın o  zaman tasma takarlar . Evet sen o ipi bile bile boğazına geçiriyosun, çünkü ahirette özgürlüğünün doruk noktasına varmasını diliyorsun.  Aynen öyle çünkü Peygamberin (S.A.V) diyor ipini kısalt uzat diye. Sende gereğini yapıyorsun ve kardeşim o öyle bir ipki senin tuvalet kültürüne kadar girebiliyor. NETLİK BUDUR ! Allah en iyisini bilendir amentü , demişler ki insan insanoğlu araştırsın bulsun git bul ama kırmızı çizgiler bellidir, nettir, haktır! Ve ben şuna inanıyorum , insan dünyada Allah’ın dediği ip kısaltma tabirini kullanıyorum veya uzatma farketmez; eğer bunlara uyduğu vakit eminim ki  dünyada da özgürlük ve huzurun doruk noktasına varacaktır. Kanıt, Allah dostlarının evliyaların intihar ettiğini, daralıp bunaldığını,  bıkkınlık yaşadığını ‘’ya üff biktim be bu hayattan hadi bide ayol ‘’ dediğini duydunuz mu ? Komik evet ve onlar her şeyin Allah tarafından geldiğine inandılar. Herhangi bir batılı ülkede duymuşsunuzdur; adam intahar ediyor ve bıraktığı not şu; ‘’ Dünyada tadacak zevk kalmadı’’ Yani siz düşünün.
   İnsan dünyada özgürlük sınırlarını bildiği  zaman özgür olur. Yani sen içki içmek istiyosun özgür değilsin çünkü Allah yasaklamış , Allah merhametlilerin en merhametlisidir. Sana zarar veren bir şeyi senin için istememiş. Ve evet sen eğer içki içmeyi istemesen senin özgürlüğünü kesen var mı içmessen içme eyvallah ama içersen içme diyen var kısaca ve bu özgürlüğün tabirine sığar .
   Kısaca sadece odur ki her istediğini alır ve her istediğini yapar. El-Kahhar ve El-Ahir olan odur. Yine odur ki bizi kendisini düşünmekten açiz yaratmıştır. Onun için boşuna çabalamayın düşünemessizniz . özgürlükte böyledir. Özgürlük nerededir biliyor musunuz ? İslamdadır. İslamda da insanı eşref-i mahlukkat yapan tasavvuftadır.
   Başka yerde aramayın vesselam...

Recep Talha Büyükesen

12 Haziran 2015 Cuma

Dış Politika-Kamran İnan

Kitabın Adı: Dış Politika
Kitabın Yazarı: Kamran İnan
Yayınevi:Timaş

Kamran İnan:18 şubat 1928 de doğan yazar Ankara Hukuk’ tan sonra Cenevre siyasal’ ı bitirmiştir. Dışişleri Bakanlığı’nda çeşitli temsilcilik görevleri ve büyükelçilik yapmıştır. Çeşitli siyasal partilerden milletvekilliği ve devlet bakanlığının yanı sıra enerji bakanlığı’da yapmıştır.

DIŞ POLİTİKA
  Her şey den önce kitap terimsel ve sıkıcı bir üslüpla yazılmamıştır. Bire bir devletin içinde yıllarca üst makamlarda çeşitli görevlerde bulunmuş birisi tarafından yazılmıştır. Bence devlet hayatı ya da özel yada ticaret hayatında tecrübe ve birikim çok önemlidir ve okuyacağınız bu kitapta Kamran İnan bunu devlet içerisinde çok acı bir şekilde yaşamıştır. Kitapta öncelikle dış politika tanımı ve faktörlerinden bahsediliyor. Jeopolitik konum, ekonomi, komşular, milli savunma iç ve dış kamuoyu. Bunlar irdeleniyor ve o dönemdeki örnekleriyle destekleniyor.
Türkiye nin tarihi mirası ile hiç yakışmayacak şekilde yıllarca basiretsiz ellerde nasıl yönetildiğini nasıl fırsatlar kaçırıldığını ve milli menfaatlerin ve bazı yerlerde milli onurun nasıl hiçe sayıldığına ilk ağızdan şahit olacaksınız. Soğuk savaş yıllarında Sovyetler korkusu ile nasıl Amerikan himayesinde yönetildiğini okuyacaksınız. Özellikle dış siyasetimizde nasıl rezillikler yaşandığını hangi toplantıya katılacağından habersiz diplomatla, dışarıda her diplomatın farklı cümleler kurarak ülkeyi zor duruma düşürmeleri. Ülke menfaati ve gereklerini değil de kendi menfaatleri için çalışan insanları acıyla okuyacaksınız.
  Yazar bir bölümde dış politika iç politika ilişkisi irdeliyor. Dış politikanın iç politikayla paralel ve ayrılmaz olduğunu ve birbirlerinden direk etkilendiklerini anlatıyor. Dış politika hedefi menfaat sahası vb. konularda ünlü Amerikan dışişleri bakanı Kissenger dan örnekler veriyor.
  Sonuç olarak dış politikaya meraklı ama akademik ve ağır bir yazı yerine direk pratikteki olayları öğrenmek isteyen (hemde çarpıcı bir şekilde) tecrübe ve birikimlere önem verenlerin zevkle okuyabileceği bir kitap.

  AHMED FARUK DİNÇ AFD 22
  MARMARA UNIVERSITY POLITICAL SCIENCE AND INTERNATIONAL RELATIONS

5 Haziran 2015 Cuma

Prof. Dr. Nurullah Genç ile Söyleşi

Blog yazarımız İsmail Hakkı Aykut ile İsmail Aydın, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası Meclis Üyesi Prof. Dr. Nurullah Genç'i makamında ziyaret ettik. "Yağmurla Gelen Şair" olarak da anılan Nurullah Genç Hocamızla her satırından farklı şeyler öğreneceğiniz bir röportaj gerçekleştirdik.




Soru: "Tutkular Keder Oldu" romanıyla Kültür ve Turizm Bakanlığı Roman Teşvik Ödülü, "Yağmur" naat'ınızla 1990 yılında Türkiye Diyanet Vakfı Naat-ı Şerif Büyük ödülünü aldınız. Bu ödüllere ve nice ödüllere layık görülen eserleri yazarken sizi besleyen kaynak neydi?

N.G.: Bu ülkede doğup büyüyüp bu kültür içerisinde mayalanmış bir insana beslemesi gereken kaynak ne ise benim kaynaklarım da onlardı. Kendi kültürümüz öncelikle, milli kültürümüz, evrensel İslami kültür, onun dışındaki farklı kültürel yapılar, batı kültürü, doğunun farklı kültürlerinden hint kültürü, orta asya kültürü vs. Dolayısıyla bu kaynakların en özelden en genele doğru bir insanın dünyasında sıralanması lazım. Önce en yakınınızdan etkilenirsiniz. İç içe olduğunuz aileden, aileden gelen bilgilerden, inanışlardan vs. Yavaş yavaş daha geniş çemberler içerisinde koşmaya başlarsınız.
  
Olması gereken nedir? Olması gereken de insanın kendi öz kültüründen yola çıkarak, onu iyi kavrayarak, bir sanat çalışmaları yapılacaksa çalışmalara onu yansıtarak, daha sonra da dünyanın farklı kültürlerine kapı aralayarak çalışmalarını yapmasıdır. Nedeni de şu: Neyi yazacaksınız o zaman? Neyi anlatacaksınız? Dünyada insan kültürü dışında bir şey var mı? Sosyal hayatın dışında bir şey var mı? Yok. neyi anlatırsanız anlatın, binlerce kilometrelik uzaklıkta bir yıldızı da anlatsanız evrenin içindeki bir gerçeklikten söz ediyorsunuz sonuçta. Bunu özel hale getirip, sosyal hayatın içine yansıttığınızda gruplaşmalar farklılaşmalar kaçınılmaz hale gelir tabii. Tek bir dünya topluluğu yok, tek bir dünya kültürü yok. Dolayısıyla bu farklılıkların içerisinde insan benimsediğini anlatmak durumundadır. Benimsediğinden etkilenmek durumundadır. Etkilenme olmazsa zaten eser olmaz. Bir şairin, yazarın, sanatkarın arkasında bir kültürel yapı yoksa olgunlaşması mümkün değildir. Hele ki şiirin olgunlaşması imkansızdır. Şiirin unsurlarını sayarken hayal deriz, his deriz, ilham deriz vs. ama esas temel unsur bu teknik verilerin yanında kültürel arka plandır.
  
Dünyanın  neresinde olursa olsun kendisini ispatlamış bir şaire bakın, bir dünya görüşünün aynı zamanda sipahisidir. Neyi yaşamış ise onu yazmıştır. Ateist ise o yansımıştır koyu katolik ise onun yansıdığını görürsünüz. Varsa içinde bir inanma kırıntısı onun yansıdığını görürsünüz. Yoksa böyle olmasaydı Dostoyevski Suç ve Ceza'da romanın sonunda Raskolnikov'un eline incil tutuşturur muydu? Böyle olmasaydı Victor Hugo Sefiller'i yazabilir miydi? Necip Fazıl da Yahya Kemal de olmazdı.
  
Yani bir dünya görüşü, bir kültürel arka plan şart ve bu, özelden genele doğru adım adım gittikçe şairin ve yazarın şahsında sağlıklı hale gelir. Bunun sağlıksız olanı da kendi milli kültürünü öz kültürünü kavramadan, yani özelden genele doğru gitmeden bir başka kültürün dünyasında var olmaya çalışmaktır ki bu garabeti de bizim ülkemizdeki pek çok sanatkar, şair, yazar yaşamıştır, yaşıyor. Ama bu çok garip bir haldir, hatta zavallı bir haldir. Kendi kültüründen bihaber bir insanın başka bir kültürün sözcülüğünü yapmaya çalışması kadar abesle iştigal eden bir durum olamaz.
  
Bizim kaynaklarımız da kültürel kaynaklarımızdır. Bir defa İslam Kültürü. Siz hangi dünya kültürü içinden İslamı çıkartabilirsiniz. Şiirimize, temel milli sanatlarımıza damgasını vurmuştur. Minyatürün, hat sanatının, mimarinin arkasındaki hakikat İslamdır. Amerikalı aslen Rus asıllı Sosyolog Pitirim Sorokin şöyle der: 'Medeniyetin iki tane yüzü vardır: iç ve dış. Dış yüzeyindeki şekli, iç yüzeyindeki mana belirler.' Onun için cami ve kilise birbirinden farklıdır. Bu farklılığı yansıtmadan görmeden, kendi öz kültüründen yola çıkarak sunmadan sanatkarın olgunlaşması mümkün değildir.

İ.A.: Zaten yerel olarak Erzurumlusunuz. Erzurumda köy odalarında bulunmuşsunuz.

N.G.: Zaten o kaynaklara oradan başladık. Köy odasında bizim temel kaynaklarımız Kur'an, hadis, Peygamber hayatını anlatan kitaplar, destanlarımız, divan ve halk edebiyatının önemli isimleri o köy ariflerinin kendi dünyasında, o köy odalarında okunurdu. Oradan başladık zaten biz o kaynakları almaya.



Soru: Bir söyleşinizde "Son yüzyılda iki şeyi kaybettik: aşkı ve hüznü" demiştiniz. Burada tam olarak ne anlatmak istediniz?

N.G.: Aşk insanın esas varlık nedenidir. İnsan neyi taşıyor dünyasında? Ne için yaşıyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz ve ufkunuzda ne var? Aşk bütün bunları içine alan, en süfli olandan Hallac-ı Mansur'un "Ene'l-Hak" sözüne kadar bütün alanı kuşatan bir olgudur. Bu bilinci insanın hayatından alırsanız insan, fırtınalı bir denizde batmakta olan bir gemiye döner. Liman ararken sağ sola derken ya kayalıklara vurur yada batar.
  
Bugünün insanlarına bakın o fırtınalı denizde dolaşmıyor mu? Kendi ülkenize bakın. Nedensiz ve amaçsız yaşayan, aidiyet duygusu alt tabakalara takılmış kalmış, basit bir takım eylemler için attığı çığlıkları kendi toplumu ve medeniyeti için atamayan milyonlarca insan yaşamıyor mu ülkemizde? Bir örnek vereyim; ben çok sıkı bir Galatasaray taraftarıyım, maçlara giderim. Çok manidar bir şekilde de seyrederim oradaki insanları. Ve hep burkulur yüreğim. Spor güzel bir şey ama keşke oradaki insanlar tuttukları takım için harcadıkları enerjiyi kültürümüz ve medeniyetimiz için gösterebilseler.
  
Aşk bunların hepsiyle alakalı. İnsanları nereye bağlıyorsanız onun için fedakarlığa başlıyorlar. Fenafil mevki oluyor insan, fenafil kadın oluyor, fenafil spor oluyor, en son fenafillah. Yukarıya doğru gidiyor. Bunu çıkardığınızda o medeniyeti çökertirsiniz ve bizden bunu almışlar. Şiirde bile bir dönem gelmiş ki... Aşk nedir, şairanelik nedir? Garip Hareketi "Divan şairleri sevgiliyi gökyüzüne kanatlandırmışlardı, biz onu yeryüzüne indirdik." demişlerdi. Olur mu böyle bir şey? Çok somut, ayağı olan, eli olan ve artık gittikçe tükenen bir kadın imgesinin aşk denen o büyük kavramı doldurması mümkün mü?

O nedenle ben bir şiirimde şöyle diyorum;

Aşkın ve acının vadilerinden geçerek yürümeyi öğrendi kalbim
Minyatür bir kalbe sığar mı benim denizleri tutuşturan gözlerim

 Benim denizleri tutuşturacak kadar büyük olan gözlerim, tabi buradaki göz somut bir göz değil, minyatür bir kalbe insanın kalbine sığar mı? Nasıl sığacak?
  
Bir de hüzün.. "Hüzün ki en çok yakışandır bize" diyor ya şair. Dedik ya hani faniyiz. Nasıl sonsuz bir mutluluk yaşayabilirsiniz ki? Gözünüzün önünden geçiyor dünya. Çocuksunuz, büyüyorsunuz, insanlar ölüyor, toplumlar değişiyor, iktidarlar değişiyor, teknoloji değişiyor. Kısacası durağan değil hareketli bir halin içindesiniz ve kendiniz de değişiyorsunuz. Şunu söylemek istiyorum: "Siz elinizde tutamadığınız bir hayatı yaşıyorsunuz.". Peki elinizde tutamadığınız bu hayat size nereden geldi, nasıl geldi? Bunu sorgulamaya başladığınızda yaratılışa gidiyorsunuz. Ve bu, sizi cennetten kovuluşa, cenneten sürgün edilmeye ve ordan dünyaya inmeye getiriyor. Bundan daha büyük hüzün olabilir mi? Yaşadığı cenneti kaybetmiş bir varlık insan. Baktığımızda hüzünlenmemek mümkün mü? Bir sürgün edilmişiz. İki geriye sağlam dönüp dönemeyeceğimiz belli değil. Sürgün edildiğimiz yere, cennete mi döneceğiz yoksa başka yere mi? Bundan büyük hüzün olur mu? Tabi buna inanırsanız. İnanmazsanız başka hüzünler sarar sizi. Ben dünyevi bir hüzünden bahsetmiyorum. Burada kastettiğim hüzün, bizim çağlarüstü hüznümüzdür. Sezai Karakoç Üstadın da bahsettiği sürgün ülkeden bahsediyorum. İşte o hüznü de bizden almışlar.
   
İnsan gerçek hüzne vakıf olamadığı için başka hüzünler ile kırar, döker, öldürür, vurur. Aşka, hakiki aşk duygusuna sahip olmadığı için yanlış bağlantılarla aşkı ve hayatı söndürecek noktalara ulaşabilir. Zalimlerin doğduğu yer de tam burasıdır.

Ben Nurullah Genç olarak özellikle şiirlerimde, işte o ulvi aşk duygusunu yani insani olandan ilahi olana katmanlar içinde yükseltmeye çalışarak o aşk duygusunu verme gayreti içindeyim.

Soru: "Elbette sizden birinizin içinin irinle dolu olması şiirle dolu olmasından daha hayırlıdır." (Buhari) Peygamber efendimiz bu hadisi şerifinde ne söylemek istemiştir?

N.G.: Sizce Peygamber efendimiz burada neyi kastetmiş olabilir? Efendimiz Kur'anı Kerim'de Allah'ın kastettiğinden başka kasıtlarda bulunabilir mi? Bulunamaz değil mi? Efendimiz Kur'an'ın yaşayıcısıdır. Kur'an şairlere nasıl bakıyor? İki vadiye ayırıyor. Bir vadide olanlar şaşkın şaşkın gezerler, Allah'a karşı mücadele ederler, davasını söndürmeye çalışırlar. Diğer vadideki şairler de inandığı için şiir söyler, salih amel işler. Haksızlığa uğrayan ve haksızlığa uğradığı için şiir söyleyen, salih amel işleyen ve o aşkı diriltmeye çalışan ve bunun için şiir söyleyen birinin içinde irin olması mümkün mü? Değil, çünkü o Kur'an'da belirtildiği üzere kurtulan vadide yer alıyor.

Peki bunlardan hiç nasibi yok. Aklına gelen her sözü yada her imgeyi rastgele her şeyi şiirine katan, maneviyata saldıran, şaşkın, niçin yazdığını bilmeyen, bayağı kelimeler kullanan ve daha da kötüsü kötü yaşayan... Yanlış şeyler yapan günahkarlığının farkında olmayan, İslam'a karşı da mücadele eden ve nefisle alakalı handikaplı olan, kibirli... Baktığınız zaman hangi vadide yer alacak onlar? Tabi ki kötü olanın da. Peki onun içindekinin şiir değil irin olduğuna hükmedebilir miyiz? Evet, hükmedebiliriz. Çünkü Peygamber öyle buyuruyor.
  
Ben her zaman söylüyorum: hesabını vereceğiz yazdıklarımızın. Kimse şiirinden, şiirinin hesabından uzak değil. Her şairin oturup düşünmesi lazım. Ben bu şiiri yazıyorum ama sorduklarında "ben bunun cevabını nasıl veririm?" diye düşünmesi gerekiyor. Hele mü'min bir şairin böyle bir avadanlık içinde bulunmasını ben kabul edemem.

Ben bu meselenin bilincindeyim. Aşk ve hüznü şiirlerimde işlemem de bu yüzdendir. Eğer biz aydınlanacaksak bu iki kelimeyi dirilterek aydınlanabiliriz. Çünkü Kur'an'ın özü aşktır ve Kur'an'ın özü hüzündür. Benim bu hassasiyet içindeki tüm şair arkadaşlarıma tavsiyem silkinmeleri ve yeniden bir sorgulama içerisne girmeleri gerek. Diyebilirler ki sen kim oluyorsun? Canları sağ olsun.

Soru: Türkiyedeki siyasi ve sosyolojik gelişmelerin Cumhuriyet'ten günümüze Türk şiirine yansımaları ne olmuştur?

N.G.: Sadece 1923'ten günümüze değil çökmeye başladığımız günden bugüne, 1650 yılından bugüne kadar yaşanan süreç şiirimize yansımıştır. Ama asıl 1923'ten sonra birçok şey farklılaşmaya başladı. Eski kültüre bir karşı duruş, hem sanat müziğinde hem şiirde hem de diğer alanlarda çok net bir şekilde ortaya konmuştur. Divan şiirimize karşı bir başkaldırı oluşmuştur. Eski şiir anlayışımızı küçümseyen, hafife alan bir duruş. Bize onu "yüksek zümre edebiyatı" olarak öğrettiler ya, o nevi şahsına münhasır bir edebiyat, bizi ilgilendirmiyor dedikleri edebiyat var ya, aslında yüzyıllarca bu topraklarda hakim olmuş ve temel örneklerini köy odalarında dinlediğim edebiyattır. Yani "yüksek zümre edebiyatı" dedikleri edebiyatın en güzel örneklerini ben köy odasında dinlemiştim. Ben dedemden, amcamdan, babamdan divan edebiyatı şairlerinin şiirlerini dinledim.
  
Tabi bu tutum şiire yansıdı. İki türden yansıdı. İlk olarak inanç yönünden yansıdı. İkinci olarak şekli yapısı itibariyle yansıdı. Şiirimizin şekli bozuldu, öyle noktalara getirildi ki garip garip çizgiler çizerek ve o çizgilerin içine harfler yerleştirerek şiir yazmaya çalıştılar. Evet, yeni denemeler yapılabilir ama sonsuz biz özgürlüğe de sahip değildir şair. Çünkü karşısındaki muhatap insandır, okuyucudur. Siz okuyucuyu düşünerek de yazmak zorundasınız. "Ben yazıyorum, kim okursa okusun" diyemezsiniz, bu bir sorumluluk işidir. Yazıp birilerine sunuyorsanız kusura bakmayın bir sorumluluğunuz var. Yani bu patatesini satmaya çalışan bir adamın sorumluluğu kadar bir sorumluluktur. Zayi olmuş, çürümüş bir patatesi satamazsınız.
   
Bu bozulma şiir dünyamıza yansımıştır. Hem inanç hem de şekli bakımdan yansımıştır. Bu bozulmanın karşısında duran, doğru yerde kalan insanlar da yanlış insanlar olarak kabul edilmiştir. Bunların başını da Necip Fazıl çeker.




Soru: Şiire başladığınız nokta ile şu an geldiğiniz nokta arasında kat ettiğiniz mesafede hangi sıkıntıları çektiniz? Şiire yeni başlayan arkadaşlarımıza neler önerirsiniz?

N.G.: Baştan sona sıkıntı. Şiir yazmak bir fantazi değil bir çile işidir, bir ideal işidir. Canınızdan, kanınızdan, ruhunuzdan vereceksiniz. Ruhunuzu dağlayacaksınız gerekirse, yüreğinizi parçalayacaksınız ki bir şeyler ortaya koyasınız. Yıllardır bu işin çilesini çekiyorum. Hiç kimseden hiçbir şey beklemedim, halen de beklemiyorum. Ve halen istediğim şeyi yazdım mı yazamadım mı çok emin değilim.
  
Öğrenmenin sonu yoktur. Yazmaya başladığım günden beri geçen süre içinde çeşitli kademeler oluştu, çeşitli yollar katedildi ama değişen şeyler var değişmeyen tek şey var: şiire 1979-1980'de nasıl bakıyorsam bugün de aynı bakıyorum. O zaman da bu sağlam şiir bakışına ulaşmıştım. Şiiri basit bir eylemin aracı olarak hiç düşünmedim. O gün yazdığım şiir de öyledir bugün yazdığım şiir de. Değişen şeyler kelimelerdir...

İ.A.: Yeni nesillere söylemek istediğiniz son birkaç şey...


N.G.: Herkes oku oku der. Ben öyle demeyeceğim. Kalksınlar zaman zaman yürüsünler ve nereye gittiklerini düşünsünler. Mesela buradan çıkın yürüyün ve nereye yürüdüğünüzü düşünün ama bir yere karar kılmadan yürüyün. Dünyadaki halimiz de bu zaten. Tavsiye ederim gençlerimize ki evden çıkmadan, yürümeye başlamadan önce nereye yürüyeceklerinin hesabını yapsınlar.


Başta bizi kırmayıp makamına davet eden Nurullah Genç Hocamıza, Röportajı gerçekleştiren İsmail Hakkı Aykut ve İsmail Aydın'a, Kameramanımız Enes Ünal'a GENÇ KÜRSÜ olarak teşekkür ediyoruz.


31 Mayıs 2015 Pazar

Günde 5 kere seni dileniyorum.
Belimi doğrultup tekrar sana bileniyorum.
Soruyu ben sorsamda cevabını bilemiyorum.
İşte bu yüzden yazıp ölüp tekrar diriliyorum.
Kalbinde yaşamak varken kim neyler ki dünyayı?
Bir kağıt bir kalemle sona eren bir rüyayız.
Bir kadın, bir kağıt ve bir kalemle yok ediyor bir dünyayı
Bir kadının var oluşu,oluşturuyor bir rüyayı
Gülümseyişini hatırladıkça yok oluyor diğer anılar.
Yıllar oldu gidişin ama dilimde halen kelimelerinin tadı var
Kelimelerin ahı var,kelimelerin adı var
Üstünü örtmek lazım bu kelimelerin canı var
Bir bilekliğe yüklenmiş çokça naralar
Bir maviliğe sözlenmiş çocukça manalar
Bir yüreğe közlenmiş duygular
Bir yüreğe özlenmiş uykular
Bu gece yine satırlara misafiriz ey ehlimiz ey sevgili bu gidişinin ayak sesleri ürpertiyor kalbimi
Dayanacak bir gücüm yok tek adıma bile bulamıyorum mecali
Kim ister olmak böyle umutların sahibi?

                                                         Aras Salt

30 Mayıs 2015 Cumartesi

Özgürlük

                                             Özgürlük
   Özgürlük; herhangi bir bireyin hiçbir kişi kurum veya zümrenin etkisi altında kalmadan her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine dayanarak karar vermesi ve uygulamasıdır.
   Modern dünyamızda ekonomik,siyasal,teknolojik,kültürel,sportif ve sosyal olarak gelişimlerini tamamlamış birinci dünya ülkelerinde insanların özgürlük olarak tanımladığı mefhum: ekonomik olarak kimseye bağımlı olmadan ticari ilişkilerde bulunmak yada bulunmamak, istediği kişiye oy vermek yada istediği kişiden oy istemek, kendi düşüncelerini hiçbir baskı altında kalmadan açıkça ifade edebilmek, birilerinin keyfi iradesi sonucu tutuklanmamak, yargılanmamak ve son olarak da temsil, dilek ve talepler yoluyla yönetim üzerinde belli bir etkiye sahip olmaktır.Yani kısacası siyasi, ekonomik, kültürel ve insanın bulunduğu her alanda kendi hür iradesiyle karar vermesi ve uygulamasıdır.(1)
   Bu bağlamda John Locke a göre de bir özgürlük tanımı vardır.İnsanlar doğuştan itibaren tam olarak eşitlik ve özgürlük içinde yaşarlar.Herhangi birinden izin istemeye gerek görmeden, hiçbir kimsenin boyunduruğu altına girmeden istediklerini yaparak, ellerindeki olanakları diledikleri kullanarak yaşama devam ederler.Bu mükemmel özgürlük ortamında hiçbir kimsenin bir avantajı ve ayrıcalığı yoktur, herkes eşittir.Yani hiç kimsenin bir diğeri üzerine hakkı, üstünlüğü, iktidarı yoktur ve olamaz.Ancak bu şekilde yaşayan insanların doğal koşullar altındaki yaşamları karşılıklı yardımlaşma ve sevgi ilkelerine dayanır.Ancak burada Locke çok önemli bir noktaya değinir.Ne var ki insanların yaşadığı bu gerçek özgürlük ve eşitlik dönemi insanların tamamen başıboş oldukları bir yaşam değildir.İnsanlar başkalarından izin almadan kendi mallarını, mülklerini istedikleri gibi kullanabilirler, hayatın her alanında  istediği şeyleri yapabilirler ama doğal yaşamın koyduğu sınırlar içinde kalmak şartıyla.(2)
   Özet olarak tüm insanlar özgür oldukları için istedikleri şeyleri yapabilirler ama aynı zamanda bütün insanlar eşittirler ve senin kullandığın özgürlüklerin aynısını toplumun diğer bireylerinin de kullanması gerekir bu anlamda özgürlük ve eşitlik kavramları tek başlarına düşünülemeyen, ayrılmaz birer parçadırlar.
   Birinci dünya ülkeleri için yaptığımız bu tanım genel olarak ikinci dünya ülkeleri içinde geçerlidir.Ama bu durum üçüncü dünya ülkeleri için geçerli olmayabilir.Çünkü insanlar ellerinde bulunan imkanlara göre daha güzelini ve daha fazlasını isterler örneğin Afrika'da yaşayan bir insanın öncelikli olarak isteyeceği şey karnının doyması ve yakınlarını açlık yüzünden kaybetmemesidir.Bu insana göre özgürlüğün bir önemi yok çünkü temel ihtiyaçlarından biri olan beslenme ihtiyacını bile karşılayamıyor.Afrikalı bir insanın özgürlüklerini kullanabilmesi için ilk önce beslenme, barınma gibi temel ihtiyaçlarını gidermesi lazımdır.
   İnsanların birinci dereceden önemli olan yaşama, hayatını devam ettirme özgürlüğünü kullanabilmesi için anayasada bir kanun olması yetmez aynı zamanda devletinde, insanların bu haklarını kullanabilmesi için gerekli iç ve dış güvenlik önlemlerini alması gerekir.Anayasamızın temel hak ve hürriyetler bölümünün yirminci maddesi ''özel hayatın gizliliği'' hakkıdır bu anayasamızda bulunan bir haktır ve bireylerin bu haklarını kullanabilmesi için devletin basın yayın organlarını denetim altında tutması gerekir ki insanların özel hayatlarına bu organlar tecavüz etmesin.Yine anayasamızda bulunan ''din ve vicdan hürriyeti'' (madde 24) ile ''düşünce ve kanaat hürriyeti'' (madde 25) bireylerin kullanabilmesi için devletin bunu garanti altına alması lazımdır, eğer bazı insanlar bu haklarını kullanırken sorun yaşıyorsa devletin bu sorunları gidermesi lazımdır.(3)
   Yukarıda görüldüğü gibi bireylerin gerçekten özgür olabilmesi için devletlerin temel hak ve hürriyetleri anayasaya koymaları yetmez bununla beraber insanların bu özgürlükleri kullanabilmeleri için devletin gerekli ekonomik, kültürel, teknolojik, sportif ve sosyal şartları sağlaması lazımdır.
   Thomas Hill Green e göre ise; Özgürlük insanın mutlu olacağı bir şeyi yapması ve bundan zevk alması hususunda olumlu bir güç yada yeterliliktir.Dolayısıyla insanın gerçekten mutlu olabilmesi için bu özgürlüklerin yazılı olarak bulunması yeterli değildir artı olarak insanın fiili olanaklardan, toplumun ürettiği mal ve hizmetlerden pay almalı ve bireyin gücü ortak refaha katkıda bulunacak ölçüde arttırılmalıdır.Green bu düşüncesini basit bir örnekle açıklar bize: Bireyin gelişmesinde çok önemli bir yere sahip olan seyahat etme hakkı bir özgürlüktür ve bu özgürlüğe gerçekten sahip olabilmesi için onun seyahat etmek istemesi halinde engellenmemesi yetmeyip bilet alabilecek maddi imkanlara da sahip olması gerekir.(4)
   Makalemizin bu kısmına kadar özgürlüğü tanımladık ve gerçek özgürlüğü formülize ettik.Şimdi ise günümüz liberalizmini irdeleyelim ve daha sonra antik çağ özgürlük anlayışına bakalım.
   Liberalizmi şu dört maddede inceleyebiliriz.
1- Kültürel liberalizm
2- Ekonomik liberalizm
3- Sosyal liberalizm
4- Muhafazakar liberalizm
   Burada liberalizmi maddelere ayırmamızın sebebi maddelerde geçen olgular üzerine yoğunlaşmak içindir.
·          Liberalizmin en çok önem verdiği olgulardan biride kişinin bireysel hak ve özgürlüklere sahip olması gerektiğidir.Kültürel liberalizm kişinin yaşadığı ülkede kendi dinini, dilini, örfünü, adetini istediği gibi yaşayabilmesini savunur.Devlet kesinlikle bireylere bu konuda baskı kuramaz, engelleyemez.Bir devletin bireylerin özgürlüğü cihetinden ne kadar geliştiği, o ülkedeki her türlü etnik unsurların bir arada, beraber rahat bir şekilde yaşamasından anlaşılır.Yani bir ülkede bireyler kendi kültürlerini ne kadar rahat bir şekilde yaşıyorlarsa o kadar özgürdürler.(5)
·          Ekonomik liberalizmin önemli bir vurgusu ekonomik olarak özgürlüktür.Yalnız bu terim yanlış anlaşılmamalıdır.Burada anlatılmak istenen ekonomik olarak bağımsızlık değildir.İnsanlar şöyle yada böyle ekonomik olarak birbirlerine bağımlı olabilirler. Liberalizmde ekonomik özgürlükten kasıt bireylerin istedikleri gibi ekonomik faaliyetlerde bulunmak ve bu konuda sınırlandırılmamaktır.(6)Burada değinilmesi gereken bir noktada mülkiyet kavramıdır.Mülkiyet kavramı: Bir ülkede yaşayan bireylerin çalıştıkları, hak ettikleri ölçüde mülkiyet elde etmeleridir.Yani bir insan hak ettiği nispette karşılığını alır.Nitekim bu konuda Adam Smith mülkiyet hakkının sisteme daha fazla yarar sağlayan ve daha fazla hak edenin sahip olması gerektiğini savunmuştur.(7)
·          Bu liberal düşüncede ise öne çıkan sosyal adalettir sosyal liberaller toplumda yardıma muhtaç kişilere dikkat çeker onlara yardım edilmesinin önemli olduğunu savunur ve ülkenin refah düzeyinin arttırılmasını amaçlarlar.Buradaki amaç sivil hakların fazlalaştırılması, sosyal olarak bireyler arasındaki dengesizliği gidermek, küçük ekonomiyi büyük ekonomiden korumak gibi şeylerdir.Basit bir örnek vermek gerekirse:Mahallemizde, yakınımızda ekonomik olarak çok zor durumda olanlar olabilir buradaki hedef bu insanları bu durumdan kurtarmak ve daha güzel bir hayat imkanı sağlamak.Yani günümüz sosyal devlet anlayışı.
·          Muhafazakar liberalizmde halkın geleneksel ve kültürel yapısı öne çıkar.Burada en önemli şey düşünce özgürlüğünün yanında din ve vicdan özgürlüğüdür.İnsanların rahat bir şekilde dinlerinin gerektirdiği görevleri yerine getirebilmelerini isterler.
   Birazda liberalizmin ülke yönetimindeki yerinden bahsedelim.Liberal demokrasi ülke yönetiminde ''temsili demokrasi'' olarak vuku bulmuştur.Bu sistem günümüzde siyasi/coğrafi olarak doğrudan demokrasinin imkansızlığından ortaya çıkmıştır.İnsanlar demokrasiden gelen yönetme hakkını seçimlerle seçtikleri kişilere devretmişlerdir.Halk düzenli olarak kendisini temsilen yönetim hakkını almak isteyenlere karşı oy kullanır.Bunlar arasından birisini iktidar yapar.Burada dikkat edilmesi gereken en  önemli husus ise ülkede yaşayan insanların devlet yönetimine katılımı belli aralıklarla yapılan seçimlerle sınırlı kalmamalıdır bireyler gerekli gördüğü yerde iktidardan referandum istemeli, toplanma ve örgütlenme hakkından dolayı bir sivil toplum örgütüne katılmalı, medya açısından bir gazete, dergi veya televizyon kurmalı ve buna benzer faaliyetlerle iktidar üzerinde belli bir etkiye sahip olmalıdır.Burada önemli olan bir diğer husus ise devletin sınırlanmasıdır yani devletin sahip olduğu hakların belirli bir sınırının olmasıdır çünkü devletin asıl amacı bireylerin hak ve özgürlüklerini korumak ve kollamaktır daha fazla hak tanındığı taktirde devleti yöneten kişiler bu amacın dışına çıkabilir.  
   Antik çağda yaşayan insanlara göre özgürlük anlayışı daha farklıdır.Bu insanlara göre özgürlük tam egemenliğin tüm gereklerini topluca ama aracısız yerine getirmek anlamına geliyordu yani burada anlatılmak istenen: Ülke yönetimiyle alakalı her şeye topluca karar vermek, bireyin devlet yönetimiyle alakalı tüm faaliyetlerde direk bulunmasıdır.Örnek verecek olursak diğer devletlerle savaş ve barış kararları almak, yasaları onaylamak, kararları bildirmek, kanunları, ekonomik hesapları, devletin yüksek mevkilerindeki görevlileri denetlemek,onları yargının önüne çağırıp suçlamak, hapsetmek veya aklamak gibi fiiller.(8)
   Bu özgürlük anlayışının adı doğrudan demokrasidir.Doğrudan demokrasi günümüzde maalesef uygulanması çok zor bir yöntemdir çünkü kararlara katılım direk olduğundan dolayı bireylerin siyasete ayırdığı zaman, enerji ve emek çok fazladır.Antik çağda ise bu sistem halkın katmanlardan meydana geldiği ve toplumdaki bireylerin sayıca az olması hasebiyle mümkün oluyordu.Üst sınıftaki insanların zamanı siyasete, devlet yönetimine giderken maddi ihtiyaçlarını köleler karşılıyordu.(9)
   Yukarıda açıkladığımız gibi doğrudan demokrasi günümüzde uygulanması imkansızdır.Somut bir örnekle açıklamak gerekirse Türkiye'de yetmiş beş milyon insan yaşıyor, bu sistem uygulanmaya çalışılsaydı bu yetmiş beş milyon insan daha önce açıkladığımız gibi kararlara direk katılması gerekirdi.Birde bu sistemin bir milyar üç yüz on sekiz milyon nüfusa sahip olan Çin'de uygulandığını düşünün!!(10)Ayrıca antik çağda doğrudan demokrasinin uygulanmasının halkın sınıflara ayrılmasından dolayı olduğunu söylemiştik.Günümüz liberal anlayışında ise ne katmanlara ne de köleliğe yer vardır.Herkes kanun önünde eşittir.Doğrudan demokrasinin uygulanamama sebeplerinden biride bireylerin uzmanlık alanları buna izin vermemektedir Çünkü gelişen ve değişen dünyamızda bireyler hayatlarında mesleki olarak bir uzmanlık alanı seçmek zorundadırlar.
    Sonuç olarak günümüz liberal demokratik rejimlerde hakim olan özgürlük anlayışı ülke yönetiminde ''temsili demokrasi''; sosyal, ekonomik, kültürel, olarak ise yukarıda ayrıntılı olarak tanımladığımız şekilde modern liberalizmdir.Zincirleme olarak bireyin, toplumun ve ülkenin daha iyi daha güzel hale gelebilmesi için bu şekilde izah etmeye çalıştığımız özgürlük anlayışının ön plana çıkması gerekir.Çünkü globalleşen dünyamızda toplumların gelişebilmesi her türlü alanda terakki edebilmesi için demokrasi kesinlikle şarttır artı olarak da temsili demokrasi gerekir ki bunun sebeplerini uzun bir şekilde tahlil ettik.Aynı şekilde üzerinde durduğumuz günümüz liberalizm tarifinde ekonomik, sosyal, kültürel olarak toplumların ilerleyebilmesi bunları ne kadar iyi yapıp yapmamasına bağlıdır.Eğer devleti yöneten insanlar ve ülkede yaşayan yurttaşlar daha iyi bir toplum olmak istiyorlarsa bu anlattıklarımızı hayatlarında uygulamaları gerekir.

      Kaynakça
(1)Constant Benjamin , ''Özgürlük Nedir'', Siyasi Yazılar;1820
(8)Constant, Benjamin ''Özgürlük Nedir'', Siyasi Yazılar;1820
(10)http://tr.wikipedia.org/Çin Halk Cumhuriyeti Nüfusu
(7)http://tr.wikipedia.org/Ekonomik Liberalizm
(5)http://tr.wikipedia.org/Liberalizm
(2)Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi sayı 24 sayfa 124
(6)Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi sayı 24 sayfa 125
(3)www.istanbul.gov.tr// Anayasadaki Temel Hak ve Özgürlükler
(4)www.makaleler.com/Felsefe Makaleleri/Benjamin Constant/ Caymaz Ceren
(9)www.makaleler.com/Felsefe Makaleleri/Benjamin Constant/ Caymaz Ceren


  



16 Mayıs 2015 Cumartesi

Kadim Bir Şehir:İstanbul

                                       
   Çok şey yazılmıştır İstanbul üzerine.Kim etkilenmeyip bir şeyler yazmak istemezki…Her yeri ayrı bir tarih ve kültür.Her yerin ayrı bir hikayesi var.Asırlık çınarları konakları sarayları...Bize yaşadıklarını          anlatabilseler kim bilir geçen yüzyıllarda nelere şahit oldular.Bu yüzden çok iyi anlamak lazım İstanbul’u.
   İstanbul dört mevsim de güzel. Ama en güzel zamanları yaz ve bahar aylarıdır. Kışın verdiği mahmurluktan uyanır koca şehir ve tüm ihtişamıyla bekler misafirlerini. Kimseden esirgemez güzelliğini,  değerini bilene ve meraklısına da döker sırlarını.Aslında İstanbul koca bir üniversite içinde bir sürü dersi olan, okuması zevkli, isteyenin kazanabileceği.
   Sıcak bir İstanbul günü.Okul bitmiş ve artık tatil zamanıdır. Arkadaşlarla bir program yaparsın ve başlarsın İstanbul’u yaşamaya.En güzeli de namaz için bir camide mola vermektir.Sıcağın verdiği tatlı bir yorgunlukla şadırvanda yıkarsın elini yüzünü.Aynı zamanda camiyi ve onun tarihini düşünürsün.Gelip geçen insanları, yaşanan iyi-kötü olayları, acıları mutlulukları…
   Kadim İstanbul’un merkezi suriçi’dir.Topkapı Sarayı, Ayasofya Camii, Sultanahmet, Eminönü Yeni Camii, Süleymaniye , Fatih ve onlarca daha mükemmel yapıtlar.Sanatın ve estetiğin aşkla nakış nakış işlendiği tarihe ve yüzyıllara meydan okuyan eserler.Beyoğlunda uzanan ortaçağın mistik kulesi Galata.İstanbul’u yazmaya kalksak sayfalar tutar.Ama Üsküdar’ı bambaşkadır.Kız Kulesi, Aziz Mahmut Hüdayi Hz. Beylerbeyi Sarayı, camileri, konakları ile mümtaz bir beldedir.Lafı uzatmadan en iyi ifade yöntemi olarak gördüğüm şiire sözü bırakıyorum.
     Canım İstanbul
Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar; 
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar. 
İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim; 
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim. 
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur; 
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur. 
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale, 
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.
İstanbul benim canım; 
Vatanım da vatanım... 
İstanbul, 
İstanbul...
Tarihin gözleri var, surlarda delik delik; 
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik... 
Bulutta şaha kalkmış Fatih`ten kalma kır at; 
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat... 
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare; 
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare? .. 
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet; 
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...
O manayı bul da bul! 
İlle İstanbul`da bul! 
İstanbul, 
İstanbul...
Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği; 
Çamlıca`da, yerdedir göklerin derinliği. 
Oynak sular yalının alt katına misafir; 
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir. 
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar, 
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar... 
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi? 
Cumbalı odalarda inletir ` Katibim`i...
Kadını keskin bıçak, 
Taze kan gibi sıcak. 
İstanbul, 
İstanbul...
Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler! 
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler... 
Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu, 
Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu. 
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından 
Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayından. 
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar; 
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...
Gecesi sünbül kokan 
Türkçesi bülbül kokan, 
İstanbul, 
İstanbul... (Necip Fazıl Kısakürek)



10 Mayıs 2015 Pazar

BU KADAR ZOR OLMAMALI


BU KADAR ZOR OLMAMALI


Yanlış zamanda, yanlış yerde, bazen çok yakın, bazense çok uzakta oluşunuz etkilidir. Hep olduğu gibi, doğru zaman bu yüzden hiç gelmeyecektir. Gelmeyeceğini bile bile izlersiniz. Bazen bir gülüşe tanık olur, bazense bir hüzne ortak olursunuz. Yapabileceğiniz tek şey seyretmektir.Zamanın ne taşıdığını bilemezsiniz, ama işte bazen, yanlış çizgidesinizdir.

Benimse inandığım bir şey vardır. Olabilecek şeylerin kendiliğinden olduğudur. Olumlu/olumsuz yapabileceğin çok fazla şey yoktur ve o seni bir şekilde karşılar. Bu yüzden fazlaca uzak durma sebebi oluyor galiba. Hayatta çoğu zaman neyi değiştirmeye gücün yetebilir ki? Karşındakinin istediğiyle orantılı olan bir şey değil midir bu? İnsanların istediklerinde nasıl değişimi etkileyebildiklerini her seferinde deneyimledim.

Hayatımda iki kez atılım gösterdim. Birisi en geri tepebilecek bir adımken geri tepmedi ve hayatınız boyunca alamayacağınız cevabın, içinde dahi bulunamayacağınız bir garipliğin içerisinde kendimi yürürken buldum. Korkularımı silmemi sağladı, çok fazla büyüdüm. Sanki normal kendi yaşam çizgimde yürürken, birisi elimden tuttu ve çok ileriye götürdü. Hayat çizgim geride kaldı, ruhsal bütünlüğüm ise ardı ardına erken doğum günlerini kutladı. Ayaklarım daha sağlam basmaya başladı. En büyük adımım oldu, o minik adım. Sonrasında hayatım kendiliğinden şekillense de, yoldan çıkaran etmenlerde oldu. Taşlık yollarda sürüklendim ama yolumu bulduğumda yine kendimi daha ilerlemiş bir halde buldum. Sorun da bu oldu. İnsanlar hala geriden yürürken senin ileriden yürüyor olman.. Sadece birileriyle yürüyebilmek yerine, yalnız, bir başına yürümene sebep oluyor.

Emin adımların zorlaşıyor. O yüzden ikinci atılım gösterdiğimde kendimi serbest bıraktığım bir andı. Tesadüflerin gerçekleşebileceğine tanık olan bir inançtı. Bir gece anlık gördüğüm sadece bir umuttu. Birşeylerin kendiliğinden rayına oturacağı inancına sahip olmuştum. Ben bulmadım, kesişti bir şekilde. Önce besledim hislerimi, tanıdım, büyüttüm. Adımımı attım, gariptir yine tepmedi. Ama demedim ki, benim ileriden yürüdüğüm yolda, çok geriden gelen bir ruha tanık oldum. Aşkı görmemiş birinin, aşık olunabileceğine inanmaması sonucuyla karşılaştım. Ben hemen iki gün öncesinde güzel bir sohbete aşık olmuştum zaten, oradan sonrasının benim için önemi yoktu. Bana farketmeden elini uzatan birinin ruhu ne kadar karanlık olabilir ki. Ama kendi yürüdüğü çizgide ilerleyenin fark edebileceği bir şey değildi bu. İşte o gün adım atmanın artık yorucu olduğunu fark ettim ve durdum.

Sonrasında adım atmak zorlaştı, kendi çizgimde yürümeye başladım. Kendi yolumda yürüdükçe üzerim tozlandı, fırtınalarda önümü göremez oldum. O yüzden bir süre sonra insanların bıraktığı ayak izlerini dahi görememeye başladım. Çok yoruldum. Uzaktan izledim kendimi, tanımaya çalıştım.Artık bu konuda gözlerim ileriyi görmüyor.

Niye yazdım tüm bunları diye düşünüyordum tam, iki şey için olduğunu fark ettim. İlki anlayamadığım, fark edemediğim adımlar ve istemeyerek/bilmeyerek kırdığım kalpten özür dilemek içindi. İkincisi ise adım atmaktan korkan insanlara yol gösteremeyeceğim içindi. Ben adım atabilmeyi attığım adımlardan önce bir ruhtan öğrendim. Hayattaki temel amacımı bulmamı sağladığı için ona minnet duyduğumu hep belirteceğim. Onun ise hayattaki görevi bana bunu aktarmaktı ve görevini zamanında tamamladı. Hiçbir zaman bana söylediği şeyi unutamam ve bana ilk adımları atmamı tembihleyen, sonraki attığım adımlarımdaki temeli oluşturan, aldığım en güzel hayat cümlesiydi.

‘Hayat seviyorum demek için bile çok kısa. Seni seviyorum demek bu kadar zor olmamalı.’