Blog yazarımız İsmail Hakkı Aykut ile İsmail Aydın, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası Meclis Üyesi Prof. Dr. Nurullah Genç'i makamında ziyaret ettik. "Yağmurla Gelen Şair" olarak da anılan Nurullah Genç Hocamızla her satırından farklı şeyler öğreneceğiniz bir röportaj gerçekleştirdik.
Soru: "Tutkular Keder Oldu" romanıyla Kültür ve Turizm Bakanlığı
Roman Teşvik Ödülü, "Yağmur" naat'ınızla 1990 yılında Türkiye Diyanet
Vakfı Naat-ı Şerif Büyük ödülünü aldınız. Bu ödüllere ve nice ödüllere layık
görülen eserleri yazarken sizi besleyen kaynak neydi?
N.G.: Bu ülkede doğup büyüyüp bu kültür içerisinde mayalanmış bir insana
beslemesi gereken kaynak ne ise benim kaynaklarım da onlardı. Kendi kültürümüz
öncelikle, milli kültürümüz, evrensel İslami kültür, onun dışındaki farklı
kültürel yapılar, batı kültürü, doğunun farklı kültürlerinden hint kültürü,
orta asya kültürü vs. Dolayısıyla bu kaynakların en özelden en genele doğru bir
insanın dünyasında sıralanması lazım. Önce en yakınınızdan etkilenirsiniz. İç
içe olduğunuz aileden, aileden gelen bilgilerden, inanışlardan vs. Yavaş yavaş
daha geniş çemberler içerisinde koşmaya başlarsınız.
Olması gereken nedir? Olması gereken de
insanın kendi öz kültüründen yola çıkarak, onu iyi kavrayarak, bir sanat çalışmaları
yapılacaksa çalışmalara onu yansıtarak, daha sonra da dünyanın farklı
kültürlerine kapı aralayarak çalışmalarını yapmasıdır. Nedeni de şu: Neyi
yazacaksınız o zaman? Neyi anlatacaksınız? Dünyada insan kültürü dışında bir
şey var mı? Sosyal hayatın dışında bir şey var mı? Yok. neyi anlatırsanız
anlatın, binlerce kilometrelik uzaklıkta bir yıldızı da anlatsanız evrenin
içindeki bir gerçeklikten söz ediyorsunuz sonuçta. Bunu özel hale getirip,
sosyal hayatın içine yansıttığınızda gruplaşmalar farklılaşmalar kaçınılmaz
hale gelir tabii. Tek bir dünya topluluğu yok, tek bir dünya kültürü yok.
Dolayısıyla bu farklılıkların içerisinde insan benimsediğini anlatmak
durumundadır. Benimsediğinden etkilenmek durumundadır. Etkilenme olmazsa zaten
eser olmaz. Bir şairin, yazarın, sanatkarın arkasında bir kültürel yapı yoksa
olgunlaşması mümkün değildir. Hele ki şiirin olgunlaşması imkansızdır. Şiirin
unsurlarını sayarken hayal deriz, his deriz, ilham deriz vs. ama esas temel
unsur bu teknik verilerin yanında kültürel arka plandır.
Dünyanın neresinde olursa olsun
kendisini ispatlamış bir şaire bakın, bir dünya görüşünün aynı zamanda
sipahisidir. Neyi yaşamış ise onu yazmıştır. Ateist ise o yansımıştır koyu
katolik ise onun yansıdığını görürsünüz. Varsa içinde bir inanma kırıntısı onun
yansıdığını görürsünüz. Yoksa böyle olmasaydı Dostoyevski Suç ve Ceza'da
romanın sonunda Raskolnikov'un eline incil tutuşturur muydu? Böyle olmasaydı
Victor Hugo Sefiller'i yazabilir miydi? Necip Fazıl da Yahya Kemal de olmazdı.
Yani bir dünya görüşü, bir kültürel arka plan şart ve bu, özelden genele
doğru adım adım gittikçe şairin ve yazarın şahsında sağlıklı hale gelir. Bunun
sağlıksız olanı da kendi milli kültürünü öz kültürünü kavramadan, yani özelden
genele doğru gitmeden bir başka kültürün dünyasında var olmaya çalışmaktır ki
bu garabeti de bizim ülkemizdeki pek çok sanatkar, şair, yazar yaşamıştır,
yaşıyor. Ama bu çok garip bir haldir, hatta zavallı bir haldir. Kendi
kültüründen bihaber bir insanın başka bir kültürün sözcülüğünü yapmaya
çalışması kadar abesle iştigal eden bir durum olamaz.
Bizim kaynaklarımız da kültürel kaynaklarımızdır. Bir defa İslam
Kültürü. Siz hangi dünya kültürü içinden İslamı çıkartabilirsiniz. Şiirimize,
temel milli sanatlarımıza damgasını vurmuştur. Minyatürün, hat sanatının,
mimarinin arkasındaki hakikat İslamdır. Amerikalı aslen Rus asıllı Sosyolog
Pitirim Sorokin şöyle der: 'Medeniyetin iki tane yüzü vardır: iç ve dış. Dış
yüzeyindeki şekli, iç yüzeyindeki mana belirler.' Onun için cami ve kilise birbirinden
farklıdır. Bu farklılığı yansıtmadan görmeden, kendi öz kültüründen yola
çıkarak sunmadan sanatkarın olgunlaşması mümkün değildir.
İ.A.: Zaten yerel olarak Erzurumlusunuz. Erzurumda köy odalarında
bulunmuşsunuz.
N.G.: Zaten o kaynaklara oradan başladık. Köy odasında bizim temel
kaynaklarımız Kur'an, hadis, Peygamber hayatını anlatan kitaplar,
destanlarımız, divan ve halk edebiyatının önemli isimleri o köy ariflerinin
kendi dünyasında, o köy odalarında okunurdu. Oradan başladık zaten biz o kaynakları
almaya.
Soru: Bir söyleşinizde "Son yüzyılda iki şeyi kaybettik: aşkı ve
hüznü" demiştiniz. Burada tam olarak ne anlatmak istediniz?
N.G.: Aşk insanın esas varlık nedenidir. İnsan neyi taşıyor dünyasında? Ne
için yaşıyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz ve ufkunuzda ne var? Aşk bütün bunları
içine alan, en süfli olandan Hallac-ı Mansur'un "Ene'l-Hak" sözüne
kadar bütün alanı kuşatan bir olgudur. Bu bilinci insanın hayatından alırsanız
insan, fırtınalı bir denizde batmakta olan bir gemiye döner. Liman ararken sağ
sola derken ya kayalıklara vurur yada batar.
Bugünün insanlarına bakın o fırtınalı denizde
dolaşmıyor mu? Kendi ülkenize bakın. Nedensiz ve amaçsız yaşayan, aidiyet
duygusu alt tabakalara takılmış kalmış, basit bir takım eylemler için attığı
çığlıkları kendi toplumu ve medeniyeti için atamayan milyonlarca insan
yaşamıyor mu ülkemizde? Bir örnek vereyim; ben çok sıkı bir Galatasaray
taraftarıyım, maçlara giderim. Çok manidar bir şekilde de seyrederim oradaki
insanları. Ve hep burkulur yüreğim. Spor güzel bir şey ama keşke oradaki
insanlar tuttukları takım için harcadıkları enerjiyi kültürümüz ve
medeniyetimiz için gösterebilseler.
Aşk bunların hepsiyle alakalı. İnsanları
nereye bağlıyorsanız onun için fedakarlığa başlıyorlar. Fenafil mevki oluyor
insan, fenafil kadın oluyor, fenafil spor oluyor, en son fenafillah. Yukarıya
doğru gidiyor. Bunu çıkardığınızda o medeniyeti çökertirsiniz ve bizden bunu
almışlar. Şiirde bile bir dönem gelmiş ki... Aşk nedir, şairanelik nedir? Garip
Hareketi "Divan şairleri sevgiliyi gökyüzüne kanatlandırmışlardı, biz onu
yeryüzüne indirdik." demişlerdi. Olur mu böyle bir şey? Çok somut, ayağı
olan, eli olan ve artık gittikçe tükenen bir kadın imgesinin aşk denen o büyük
kavramı doldurması mümkün mü?
O nedenle ben bir şiirimde şöyle diyorum;
Aşkın ve acının vadilerinden
geçerek yürümeyi öğrendi kalbim
Minyatür bir kalbe sığar mı benim denizleri tutuşturan gözlerim
Benim denizleri tutuşturacak kadar büyük olan
gözlerim, tabi buradaki göz somut bir göz değil, minyatür bir kalbe insanın
kalbine sığar mı? Nasıl sığacak?
Bir de hüzün.. "Hüzün ki en çok
yakışandır bize" diyor ya şair. Dedik ya hani faniyiz. Nasıl sonsuz bir
mutluluk yaşayabilirsiniz ki? Gözünüzün önünden geçiyor dünya. Çocuksunuz,
büyüyorsunuz, insanlar ölüyor, toplumlar değişiyor, iktidarlar değişiyor,
teknoloji değişiyor. Kısacası durağan değil hareketli bir halin içindesiniz ve
kendiniz de değişiyorsunuz. Şunu söylemek istiyorum: "Siz elinizde
tutamadığınız bir hayatı yaşıyorsunuz.". Peki elinizde tutamadığınız bu
hayat size nereden geldi, nasıl geldi? Bunu sorgulamaya başladığınızda
yaratılışa gidiyorsunuz. Ve bu, sizi cennetten kovuluşa, cenneten sürgün
edilmeye ve ordan dünyaya inmeye getiriyor. Bundan daha büyük hüzün olabilir
mi? Yaşadığı cenneti kaybetmiş bir varlık insan. Baktığımızda hüzünlenmemek
mümkün mü? Bir sürgün edilmişiz. İki geriye sağlam dönüp dönemeyeceğimiz belli
değil. Sürgün edildiğimiz yere, cennete mi döneceğiz yoksa başka yere mi?
Bundan büyük hüzün olur mu? Tabi buna inanırsanız. İnanmazsanız başka hüzünler
sarar sizi. Ben dünyevi bir hüzünden bahsetmiyorum. Burada kastettiğim hüzün,
bizim çağlarüstü hüznümüzdür. Sezai Karakoç Üstadın da bahsettiği sürgün
ülkeden bahsediyorum. İşte o hüznü de bizden almışlar.
İnsan gerçek hüzne vakıf olamadığı için başka
hüzünler ile kırar, döker, öldürür, vurur. Aşka, hakiki aşk duygusuna sahip
olmadığı için yanlış bağlantılarla aşkı ve hayatı söndürecek noktalara
ulaşabilir. Zalimlerin doğduğu yer de tam burasıdır.
Ben Nurullah Genç olarak özellikle
şiirlerimde, işte o ulvi aşk duygusunu yani insani olandan ilahi olana
katmanlar içinde yükseltmeye çalışarak o aşk duygusunu verme gayreti içindeyim.
Soru: "Elbette sizden birinizin içinin irinle dolu olması şiirle dolu
olmasından daha hayırlıdır." (Buhari) Peygamber efendimiz bu hadisi
şerifinde ne söylemek istemiştir?
N.G.: Sizce Peygamber efendimiz burada neyi kastetmiş olabilir? Efendimiz
Kur'anı Kerim'de Allah'ın kastettiğinden başka kasıtlarda bulunabilir mi?
Bulunamaz değil mi? Efendimiz Kur'an'ın yaşayıcısıdır. Kur'an şairlere nasıl
bakıyor? İki vadiye ayırıyor. Bir vadide olanlar şaşkın şaşkın gezerler,
Allah'a karşı mücadele ederler, davasını söndürmeye çalışırlar. Diğer vadideki
şairler de inandığı için şiir söyler, salih amel işler. Haksızlığa uğrayan ve
haksızlığa uğradığı için şiir söyleyen, salih amel işleyen ve o aşkı diriltmeye
çalışan ve bunun için şiir söyleyen birinin içinde irin olması mümkün mü?
Değil, çünkü o Kur'an'da belirtildiği üzere kurtulan vadide yer alıyor.
Peki bunlardan hiç nasibi yok. Aklına gelen
her sözü yada her imgeyi rastgele her şeyi şiirine katan, maneviyata saldıran,
şaşkın, niçin yazdığını bilmeyen, bayağı kelimeler kullanan ve daha da kötüsü
kötü yaşayan... Yanlış şeyler yapan günahkarlığının farkında olmayan, İslam'a
karşı da mücadele eden ve nefisle alakalı handikaplı olan, kibirli...
Baktığınız zaman hangi vadide yer alacak onlar? Tabi ki kötü olanın da. Peki
onun içindekinin şiir değil irin olduğuna hükmedebilir miyiz? Evet,
hükmedebiliriz. Çünkü Peygamber öyle buyuruyor.
Ben her zaman söylüyorum: hesabını vereceğiz
yazdıklarımızın. Kimse şiirinden, şiirinin hesabından uzak değil. Her şairin
oturup düşünmesi lazım. Ben bu şiiri yazıyorum ama sorduklarında "ben
bunun cevabını nasıl veririm?" diye düşünmesi gerekiyor. Hele mü'min bir
şairin böyle bir avadanlık içinde bulunmasını ben kabul edemem.
Ben bu meselenin bilincindeyim. Aşk ve hüznü
şiirlerimde işlemem de bu yüzdendir. Eğer biz aydınlanacaksak bu iki kelimeyi
dirilterek aydınlanabiliriz. Çünkü Kur'an'ın özü aşktır ve Kur'an'ın özü
hüzündür. Benim bu hassasiyet içindeki tüm şair arkadaşlarıma tavsiyem
silkinmeleri ve yeniden bir sorgulama içerisne girmeleri gerek. Diyebilirler ki
sen kim oluyorsun? Canları sağ olsun.
Soru: Türkiyedeki siyasi ve sosyolojik gelişmelerin Cumhuriyet'ten günümüze
Türk şiirine yansımaları ne olmuştur?
N.G.: Sadece 1923'ten günümüze değil çökmeye başladığımız günden bugüne,
1650 yılından bugüne kadar yaşanan süreç şiirimize yansımıştır. Ama asıl
1923'ten sonra birçok şey farklılaşmaya başladı. Eski kültüre bir karşı duruş,
hem sanat müziğinde hem şiirde hem de diğer alanlarda çok net bir şekilde
ortaya konmuştur. Divan şiirimize karşı bir başkaldırı oluşmuştur. Eski şiir
anlayışımızı küçümseyen, hafife alan bir duruş. Bize onu "yüksek zümre
edebiyatı" olarak öğrettiler ya, o nevi şahsına münhasır bir edebiyat,
bizi ilgilendirmiyor dedikleri edebiyat var ya, aslında yüzyıllarca bu
topraklarda hakim olmuş ve temel örneklerini köy odalarında dinlediğim
edebiyattır. Yani "yüksek zümre edebiyatı" dedikleri edebiyatın en
güzel örneklerini ben köy odasında dinlemiştim. Ben dedemden, amcamdan,
babamdan divan edebiyatı şairlerinin şiirlerini dinledim.
Tabi bu tutum şiire yansıdı. İki türden
yansıdı. İlk olarak inanç yönünden yansıdı. İkinci olarak şekli yapısı
itibariyle yansıdı. Şiirimizin şekli bozuldu, öyle noktalara getirildi ki garip
garip çizgiler çizerek ve o çizgilerin içine harfler yerleştirerek şiir yazmaya
çalıştılar. Evet, yeni denemeler yapılabilir ama sonsuz biz özgürlüğe de sahip
değildir şair. Çünkü karşısındaki muhatap insandır, okuyucudur. Siz okuyucuyu
düşünerek de yazmak zorundasınız. "Ben yazıyorum, kim okursa okusun"
diyemezsiniz, bu bir sorumluluk işidir. Yazıp birilerine sunuyorsanız kusura
bakmayın bir sorumluluğunuz var. Yani bu patatesini satmaya çalışan bir adamın
sorumluluğu kadar bir sorumluluktur. Zayi olmuş, çürümüş bir patatesi
satamazsınız.
Bu bozulma şiir dünyamıza yansımıştır. Hem
inanç hem de şekli bakımdan yansımıştır. Bu bozulmanın karşısında duran, doğru
yerde kalan insanlar da yanlış insanlar olarak kabul edilmiştir. Bunların
başını da Necip Fazıl çeker.
Soru: Şiire başladığınız nokta ile şu an geldiğiniz nokta arasında kat
ettiğiniz mesafede hangi sıkıntıları çektiniz? Şiire yeni başlayan arkadaşlarımıza
neler önerirsiniz?
N.G.: Baştan sona sıkıntı. Şiir yazmak bir fantazi değil bir çile işidir,
bir ideal işidir. Canınızdan, kanınızdan, ruhunuzdan vereceksiniz. Ruhunuzu
dağlayacaksınız gerekirse, yüreğinizi parçalayacaksınız ki bir şeyler ortaya
koyasınız. Yıllardır bu işin çilesini çekiyorum. Hiç kimseden hiçbir şey
beklemedim, halen de beklemiyorum. Ve halen istediğim şeyi yazdım mı yazamadım
mı çok emin değilim.
Öğrenmenin sonu yoktur. Yazmaya başladığım
günden beri geçen süre içinde çeşitli kademeler oluştu, çeşitli yollar
katedildi ama değişen şeyler var değişmeyen tek şey var: şiire 1979-1980'de
nasıl bakıyorsam bugün de aynı bakıyorum. O zaman da bu sağlam şiir bakışına
ulaşmıştım. Şiiri basit bir eylemin aracı olarak hiç düşünmedim. O gün yazdığım
şiir de öyledir bugün yazdığım şiir de. Değişen şeyler kelimelerdir...
İ.A.: Yeni nesillere söylemek istediğiniz son birkaç şey...
N.G.: Herkes oku oku der. Ben öyle demeyeceğim. Kalksınlar zaman zaman
yürüsünler ve nereye gittiklerini düşünsünler. Mesela buradan çıkın yürüyün ve
nereye yürüdüğünüzü düşünün ama bir yere karar kılmadan yürüyün. Dünyadaki
halimiz de bu zaten. Tavsiye ederim gençlerimize ki evden çıkmadan, yürümeye
başlamadan önce nereye yürüyeceklerinin hesabını yapsınlar.
Başta bizi kırmayıp makamına davet eden Nurullah Genç Hocamıza, Röportajı gerçekleştiren İsmail Hakkı Aykut ve İsmail Aydın'a, Kameramanımız Enes Ünal'a GENÇ KÜRSÜ olarak teşekkür ediyoruz.