5 Haziran 2015 Cuma

Prof. Dr. Nurullah Genç ile Söyleşi

Blog yazarımız İsmail Hakkı Aykut ile İsmail Aydın, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası Meclis Üyesi Prof. Dr. Nurullah Genç'i makamında ziyaret ettik. "Yağmurla Gelen Şair" olarak da anılan Nurullah Genç Hocamızla her satırından farklı şeyler öğreneceğiniz bir röportaj gerçekleştirdik.




Soru: "Tutkular Keder Oldu" romanıyla Kültür ve Turizm Bakanlığı Roman Teşvik Ödülü, "Yağmur" naat'ınızla 1990 yılında Türkiye Diyanet Vakfı Naat-ı Şerif Büyük ödülünü aldınız. Bu ödüllere ve nice ödüllere layık görülen eserleri yazarken sizi besleyen kaynak neydi?

N.G.: Bu ülkede doğup büyüyüp bu kültür içerisinde mayalanmış bir insana beslemesi gereken kaynak ne ise benim kaynaklarım da onlardı. Kendi kültürümüz öncelikle, milli kültürümüz, evrensel İslami kültür, onun dışındaki farklı kültürel yapılar, batı kültürü, doğunun farklı kültürlerinden hint kültürü, orta asya kültürü vs. Dolayısıyla bu kaynakların en özelden en genele doğru bir insanın dünyasında sıralanması lazım. Önce en yakınınızdan etkilenirsiniz. İç içe olduğunuz aileden, aileden gelen bilgilerden, inanışlardan vs. Yavaş yavaş daha geniş çemberler içerisinde koşmaya başlarsınız.
  
Olması gereken nedir? Olması gereken de insanın kendi öz kültüründen yola çıkarak, onu iyi kavrayarak, bir sanat çalışmaları yapılacaksa çalışmalara onu yansıtarak, daha sonra da dünyanın farklı kültürlerine kapı aralayarak çalışmalarını yapmasıdır. Nedeni de şu: Neyi yazacaksınız o zaman? Neyi anlatacaksınız? Dünyada insan kültürü dışında bir şey var mı? Sosyal hayatın dışında bir şey var mı? Yok. neyi anlatırsanız anlatın, binlerce kilometrelik uzaklıkta bir yıldızı da anlatsanız evrenin içindeki bir gerçeklikten söz ediyorsunuz sonuçta. Bunu özel hale getirip, sosyal hayatın içine yansıttığınızda gruplaşmalar farklılaşmalar kaçınılmaz hale gelir tabii. Tek bir dünya topluluğu yok, tek bir dünya kültürü yok. Dolayısıyla bu farklılıkların içerisinde insan benimsediğini anlatmak durumundadır. Benimsediğinden etkilenmek durumundadır. Etkilenme olmazsa zaten eser olmaz. Bir şairin, yazarın, sanatkarın arkasında bir kültürel yapı yoksa olgunlaşması mümkün değildir. Hele ki şiirin olgunlaşması imkansızdır. Şiirin unsurlarını sayarken hayal deriz, his deriz, ilham deriz vs. ama esas temel unsur bu teknik verilerin yanında kültürel arka plandır.
  
Dünyanın  neresinde olursa olsun kendisini ispatlamış bir şaire bakın, bir dünya görüşünün aynı zamanda sipahisidir. Neyi yaşamış ise onu yazmıştır. Ateist ise o yansımıştır koyu katolik ise onun yansıdığını görürsünüz. Varsa içinde bir inanma kırıntısı onun yansıdığını görürsünüz. Yoksa böyle olmasaydı Dostoyevski Suç ve Ceza'da romanın sonunda Raskolnikov'un eline incil tutuşturur muydu? Böyle olmasaydı Victor Hugo Sefiller'i yazabilir miydi? Necip Fazıl da Yahya Kemal de olmazdı.
  
Yani bir dünya görüşü, bir kültürel arka plan şart ve bu, özelden genele doğru adım adım gittikçe şairin ve yazarın şahsında sağlıklı hale gelir. Bunun sağlıksız olanı da kendi milli kültürünü öz kültürünü kavramadan, yani özelden genele doğru gitmeden bir başka kültürün dünyasında var olmaya çalışmaktır ki bu garabeti de bizim ülkemizdeki pek çok sanatkar, şair, yazar yaşamıştır, yaşıyor. Ama bu çok garip bir haldir, hatta zavallı bir haldir. Kendi kültüründen bihaber bir insanın başka bir kültürün sözcülüğünü yapmaya çalışması kadar abesle iştigal eden bir durum olamaz.
  
Bizim kaynaklarımız da kültürel kaynaklarımızdır. Bir defa İslam Kültürü. Siz hangi dünya kültürü içinden İslamı çıkartabilirsiniz. Şiirimize, temel milli sanatlarımıza damgasını vurmuştur. Minyatürün, hat sanatının, mimarinin arkasındaki hakikat İslamdır. Amerikalı aslen Rus asıllı Sosyolog Pitirim Sorokin şöyle der: 'Medeniyetin iki tane yüzü vardır: iç ve dış. Dış yüzeyindeki şekli, iç yüzeyindeki mana belirler.' Onun için cami ve kilise birbirinden farklıdır. Bu farklılığı yansıtmadan görmeden, kendi öz kültüründen yola çıkarak sunmadan sanatkarın olgunlaşması mümkün değildir.

İ.A.: Zaten yerel olarak Erzurumlusunuz. Erzurumda köy odalarında bulunmuşsunuz.

N.G.: Zaten o kaynaklara oradan başladık. Köy odasında bizim temel kaynaklarımız Kur'an, hadis, Peygamber hayatını anlatan kitaplar, destanlarımız, divan ve halk edebiyatının önemli isimleri o köy ariflerinin kendi dünyasında, o köy odalarında okunurdu. Oradan başladık zaten biz o kaynakları almaya.



Soru: Bir söyleşinizde "Son yüzyılda iki şeyi kaybettik: aşkı ve hüznü" demiştiniz. Burada tam olarak ne anlatmak istediniz?

N.G.: Aşk insanın esas varlık nedenidir. İnsan neyi taşıyor dünyasında? Ne için yaşıyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz ve ufkunuzda ne var? Aşk bütün bunları içine alan, en süfli olandan Hallac-ı Mansur'un "Ene'l-Hak" sözüne kadar bütün alanı kuşatan bir olgudur. Bu bilinci insanın hayatından alırsanız insan, fırtınalı bir denizde batmakta olan bir gemiye döner. Liman ararken sağ sola derken ya kayalıklara vurur yada batar.
  
Bugünün insanlarına bakın o fırtınalı denizde dolaşmıyor mu? Kendi ülkenize bakın. Nedensiz ve amaçsız yaşayan, aidiyet duygusu alt tabakalara takılmış kalmış, basit bir takım eylemler için attığı çığlıkları kendi toplumu ve medeniyeti için atamayan milyonlarca insan yaşamıyor mu ülkemizde? Bir örnek vereyim; ben çok sıkı bir Galatasaray taraftarıyım, maçlara giderim. Çok manidar bir şekilde de seyrederim oradaki insanları. Ve hep burkulur yüreğim. Spor güzel bir şey ama keşke oradaki insanlar tuttukları takım için harcadıkları enerjiyi kültürümüz ve medeniyetimiz için gösterebilseler.
  
Aşk bunların hepsiyle alakalı. İnsanları nereye bağlıyorsanız onun için fedakarlığa başlıyorlar. Fenafil mevki oluyor insan, fenafil kadın oluyor, fenafil spor oluyor, en son fenafillah. Yukarıya doğru gidiyor. Bunu çıkardığınızda o medeniyeti çökertirsiniz ve bizden bunu almışlar. Şiirde bile bir dönem gelmiş ki... Aşk nedir, şairanelik nedir? Garip Hareketi "Divan şairleri sevgiliyi gökyüzüne kanatlandırmışlardı, biz onu yeryüzüne indirdik." demişlerdi. Olur mu böyle bir şey? Çok somut, ayağı olan, eli olan ve artık gittikçe tükenen bir kadın imgesinin aşk denen o büyük kavramı doldurması mümkün mü?

O nedenle ben bir şiirimde şöyle diyorum;

Aşkın ve acının vadilerinden geçerek yürümeyi öğrendi kalbim
Minyatür bir kalbe sığar mı benim denizleri tutuşturan gözlerim

 Benim denizleri tutuşturacak kadar büyük olan gözlerim, tabi buradaki göz somut bir göz değil, minyatür bir kalbe insanın kalbine sığar mı? Nasıl sığacak?
  
Bir de hüzün.. "Hüzün ki en çok yakışandır bize" diyor ya şair. Dedik ya hani faniyiz. Nasıl sonsuz bir mutluluk yaşayabilirsiniz ki? Gözünüzün önünden geçiyor dünya. Çocuksunuz, büyüyorsunuz, insanlar ölüyor, toplumlar değişiyor, iktidarlar değişiyor, teknoloji değişiyor. Kısacası durağan değil hareketli bir halin içindesiniz ve kendiniz de değişiyorsunuz. Şunu söylemek istiyorum: "Siz elinizde tutamadığınız bir hayatı yaşıyorsunuz.". Peki elinizde tutamadığınız bu hayat size nereden geldi, nasıl geldi? Bunu sorgulamaya başladığınızda yaratılışa gidiyorsunuz. Ve bu, sizi cennetten kovuluşa, cenneten sürgün edilmeye ve ordan dünyaya inmeye getiriyor. Bundan daha büyük hüzün olabilir mi? Yaşadığı cenneti kaybetmiş bir varlık insan. Baktığımızda hüzünlenmemek mümkün mü? Bir sürgün edilmişiz. İki geriye sağlam dönüp dönemeyeceğimiz belli değil. Sürgün edildiğimiz yere, cennete mi döneceğiz yoksa başka yere mi? Bundan büyük hüzün olur mu? Tabi buna inanırsanız. İnanmazsanız başka hüzünler sarar sizi. Ben dünyevi bir hüzünden bahsetmiyorum. Burada kastettiğim hüzün, bizim çağlarüstü hüznümüzdür. Sezai Karakoç Üstadın da bahsettiği sürgün ülkeden bahsediyorum. İşte o hüznü de bizden almışlar.
   
İnsan gerçek hüzne vakıf olamadığı için başka hüzünler ile kırar, döker, öldürür, vurur. Aşka, hakiki aşk duygusuna sahip olmadığı için yanlış bağlantılarla aşkı ve hayatı söndürecek noktalara ulaşabilir. Zalimlerin doğduğu yer de tam burasıdır.

Ben Nurullah Genç olarak özellikle şiirlerimde, işte o ulvi aşk duygusunu yani insani olandan ilahi olana katmanlar içinde yükseltmeye çalışarak o aşk duygusunu verme gayreti içindeyim.

Soru: "Elbette sizden birinizin içinin irinle dolu olması şiirle dolu olmasından daha hayırlıdır." (Buhari) Peygamber efendimiz bu hadisi şerifinde ne söylemek istemiştir?

N.G.: Sizce Peygamber efendimiz burada neyi kastetmiş olabilir? Efendimiz Kur'anı Kerim'de Allah'ın kastettiğinden başka kasıtlarda bulunabilir mi? Bulunamaz değil mi? Efendimiz Kur'an'ın yaşayıcısıdır. Kur'an şairlere nasıl bakıyor? İki vadiye ayırıyor. Bir vadide olanlar şaşkın şaşkın gezerler, Allah'a karşı mücadele ederler, davasını söndürmeye çalışırlar. Diğer vadideki şairler de inandığı için şiir söyler, salih amel işler. Haksızlığa uğrayan ve haksızlığa uğradığı için şiir söyleyen, salih amel işleyen ve o aşkı diriltmeye çalışan ve bunun için şiir söyleyen birinin içinde irin olması mümkün mü? Değil, çünkü o Kur'an'da belirtildiği üzere kurtulan vadide yer alıyor.

Peki bunlardan hiç nasibi yok. Aklına gelen her sözü yada her imgeyi rastgele her şeyi şiirine katan, maneviyata saldıran, şaşkın, niçin yazdığını bilmeyen, bayağı kelimeler kullanan ve daha da kötüsü kötü yaşayan... Yanlış şeyler yapan günahkarlığının farkında olmayan, İslam'a karşı da mücadele eden ve nefisle alakalı handikaplı olan, kibirli... Baktığınız zaman hangi vadide yer alacak onlar? Tabi ki kötü olanın da. Peki onun içindekinin şiir değil irin olduğuna hükmedebilir miyiz? Evet, hükmedebiliriz. Çünkü Peygamber öyle buyuruyor.
  
Ben her zaman söylüyorum: hesabını vereceğiz yazdıklarımızın. Kimse şiirinden, şiirinin hesabından uzak değil. Her şairin oturup düşünmesi lazım. Ben bu şiiri yazıyorum ama sorduklarında "ben bunun cevabını nasıl veririm?" diye düşünmesi gerekiyor. Hele mü'min bir şairin böyle bir avadanlık içinde bulunmasını ben kabul edemem.

Ben bu meselenin bilincindeyim. Aşk ve hüznü şiirlerimde işlemem de bu yüzdendir. Eğer biz aydınlanacaksak bu iki kelimeyi dirilterek aydınlanabiliriz. Çünkü Kur'an'ın özü aşktır ve Kur'an'ın özü hüzündür. Benim bu hassasiyet içindeki tüm şair arkadaşlarıma tavsiyem silkinmeleri ve yeniden bir sorgulama içerisne girmeleri gerek. Diyebilirler ki sen kim oluyorsun? Canları sağ olsun.

Soru: Türkiyedeki siyasi ve sosyolojik gelişmelerin Cumhuriyet'ten günümüze Türk şiirine yansımaları ne olmuştur?

N.G.: Sadece 1923'ten günümüze değil çökmeye başladığımız günden bugüne, 1650 yılından bugüne kadar yaşanan süreç şiirimize yansımıştır. Ama asıl 1923'ten sonra birçok şey farklılaşmaya başladı. Eski kültüre bir karşı duruş, hem sanat müziğinde hem şiirde hem de diğer alanlarda çok net bir şekilde ortaya konmuştur. Divan şiirimize karşı bir başkaldırı oluşmuştur. Eski şiir anlayışımızı küçümseyen, hafife alan bir duruş. Bize onu "yüksek zümre edebiyatı" olarak öğrettiler ya, o nevi şahsına münhasır bir edebiyat, bizi ilgilendirmiyor dedikleri edebiyat var ya, aslında yüzyıllarca bu topraklarda hakim olmuş ve temel örneklerini köy odalarında dinlediğim edebiyattır. Yani "yüksek zümre edebiyatı" dedikleri edebiyatın en güzel örneklerini ben köy odasında dinlemiştim. Ben dedemden, amcamdan, babamdan divan edebiyatı şairlerinin şiirlerini dinledim.
  
Tabi bu tutum şiire yansıdı. İki türden yansıdı. İlk olarak inanç yönünden yansıdı. İkinci olarak şekli yapısı itibariyle yansıdı. Şiirimizin şekli bozuldu, öyle noktalara getirildi ki garip garip çizgiler çizerek ve o çizgilerin içine harfler yerleştirerek şiir yazmaya çalıştılar. Evet, yeni denemeler yapılabilir ama sonsuz biz özgürlüğe de sahip değildir şair. Çünkü karşısındaki muhatap insandır, okuyucudur. Siz okuyucuyu düşünerek de yazmak zorundasınız. "Ben yazıyorum, kim okursa okusun" diyemezsiniz, bu bir sorumluluk işidir. Yazıp birilerine sunuyorsanız kusura bakmayın bir sorumluluğunuz var. Yani bu patatesini satmaya çalışan bir adamın sorumluluğu kadar bir sorumluluktur. Zayi olmuş, çürümüş bir patatesi satamazsınız.
   
Bu bozulma şiir dünyamıza yansımıştır. Hem inanç hem de şekli bakımdan yansımıştır. Bu bozulmanın karşısında duran, doğru yerde kalan insanlar da yanlış insanlar olarak kabul edilmiştir. Bunların başını da Necip Fazıl çeker.




Soru: Şiire başladığınız nokta ile şu an geldiğiniz nokta arasında kat ettiğiniz mesafede hangi sıkıntıları çektiniz? Şiire yeni başlayan arkadaşlarımıza neler önerirsiniz?

N.G.: Baştan sona sıkıntı. Şiir yazmak bir fantazi değil bir çile işidir, bir ideal işidir. Canınızdan, kanınızdan, ruhunuzdan vereceksiniz. Ruhunuzu dağlayacaksınız gerekirse, yüreğinizi parçalayacaksınız ki bir şeyler ortaya koyasınız. Yıllardır bu işin çilesini çekiyorum. Hiç kimseden hiçbir şey beklemedim, halen de beklemiyorum. Ve halen istediğim şeyi yazdım mı yazamadım mı çok emin değilim.
  
Öğrenmenin sonu yoktur. Yazmaya başladığım günden beri geçen süre içinde çeşitli kademeler oluştu, çeşitli yollar katedildi ama değişen şeyler var değişmeyen tek şey var: şiire 1979-1980'de nasıl bakıyorsam bugün de aynı bakıyorum. O zaman da bu sağlam şiir bakışına ulaşmıştım. Şiiri basit bir eylemin aracı olarak hiç düşünmedim. O gün yazdığım şiir de öyledir bugün yazdığım şiir de. Değişen şeyler kelimelerdir...

İ.A.: Yeni nesillere söylemek istediğiniz son birkaç şey...


N.G.: Herkes oku oku der. Ben öyle demeyeceğim. Kalksınlar zaman zaman yürüsünler ve nereye gittiklerini düşünsünler. Mesela buradan çıkın yürüyün ve nereye yürüdüğünüzü düşünün ama bir yere karar kılmadan yürüyün. Dünyadaki halimiz de bu zaten. Tavsiye ederim gençlerimize ki evden çıkmadan, yürümeye başlamadan önce nereye yürüyeceklerinin hesabını yapsınlar.


Başta bizi kırmayıp makamına davet eden Nurullah Genç Hocamıza, Röportajı gerçekleştiren İsmail Hakkı Aykut ve İsmail Aydın'a, Kameramanımız Enes Ünal'a GENÇ KÜRSÜ olarak teşekkür ediyoruz.


31 Mayıs 2015 Pazar

Günde 5 kere seni dileniyorum.
Belimi doğrultup tekrar sana bileniyorum.
Soruyu ben sorsamda cevabını bilemiyorum.
İşte bu yüzden yazıp ölüp tekrar diriliyorum.
Kalbinde yaşamak varken kim neyler ki dünyayı?
Bir kağıt bir kalemle sona eren bir rüyayız.
Bir kadın, bir kağıt ve bir kalemle yok ediyor bir dünyayı
Bir kadının var oluşu,oluşturuyor bir rüyayı
Gülümseyişini hatırladıkça yok oluyor diğer anılar.
Yıllar oldu gidişin ama dilimde halen kelimelerinin tadı var
Kelimelerin ahı var,kelimelerin adı var
Üstünü örtmek lazım bu kelimelerin canı var
Bir bilekliğe yüklenmiş çokça naralar
Bir maviliğe sözlenmiş çocukça manalar
Bir yüreğe közlenmiş duygular
Bir yüreğe özlenmiş uykular
Bu gece yine satırlara misafiriz ey ehlimiz ey sevgili bu gidişinin ayak sesleri ürpertiyor kalbimi
Dayanacak bir gücüm yok tek adıma bile bulamıyorum mecali
Kim ister olmak böyle umutların sahibi?

                                                         Aras Salt

30 Mayıs 2015 Cumartesi

Özgürlük

                                             Özgürlük
   Özgürlük; herhangi bir bireyin hiçbir kişi kurum veya zümrenin etkisi altında kalmadan her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine dayanarak karar vermesi ve uygulamasıdır.
   Modern dünyamızda ekonomik,siyasal,teknolojik,kültürel,sportif ve sosyal olarak gelişimlerini tamamlamış birinci dünya ülkelerinde insanların özgürlük olarak tanımladığı mefhum: ekonomik olarak kimseye bağımlı olmadan ticari ilişkilerde bulunmak yada bulunmamak, istediği kişiye oy vermek yada istediği kişiden oy istemek, kendi düşüncelerini hiçbir baskı altında kalmadan açıkça ifade edebilmek, birilerinin keyfi iradesi sonucu tutuklanmamak, yargılanmamak ve son olarak da temsil, dilek ve talepler yoluyla yönetim üzerinde belli bir etkiye sahip olmaktır.Yani kısacası siyasi, ekonomik, kültürel ve insanın bulunduğu her alanda kendi hür iradesiyle karar vermesi ve uygulamasıdır.(1)
   Bu bağlamda John Locke a göre de bir özgürlük tanımı vardır.İnsanlar doğuştan itibaren tam olarak eşitlik ve özgürlük içinde yaşarlar.Herhangi birinden izin istemeye gerek görmeden, hiçbir kimsenin boyunduruğu altına girmeden istediklerini yaparak, ellerindeki olanakları diledikleri kullanarak yaşama devam ederler.Bu mükemmel özgürlük ortamında hiçbir kimsenin bir avantajı ve ayrıcalığı yoktur, herkes eşittir.Yani hiç kimsenin bir diğeri üzerine hakkı, üstünlüğü, iktidarı yoktur ve olamaz.Ancak bu şekilde yaşayan insanların doğal koşullar altındaki yaşamları karşılıklı yardımlaşma ve sevgi ilkelerine dayanır.Ancak burada Locke çok önemli bir noktaya değinir.Ne var ki insanların yaşadığı bu gerçek özgürlük ve eşitlik dönemi insanların tamamen başıboş oldukları bir yaşam değildir.İnsanlar başkalarından izin almadan kendi mallarını, mülklerini istedikleri gibi kullanabilirler, hayatın her alanında  istediği şeyleri yapabilirler ama doğal yaşamın koyduğu sınırlar içinde kalmak şartıyla.(2)
   Özet olarak tüm insanlar özgür oldukları için istedikleri şeyleri yapabilirler ama aynı zamanda bütün insanlar eşittirler ve senin kullandığın özgürlüklerin aynısını toplumun diğer bireylerinin de kullanması gerekir bu anlamda özgürlük ve eşitlik kavramları tek başlarına düşünülemeyen, ayrılmaz birer parçadırlar.
   Birinci dünya ülkeleri için yaptığımız bu tanım genel olarak ikinci dünya ülkeleri içinde geçerlidir.Ama bu durum üçüncü dünya ülkeleri için geçerli olmayabilir.Çünkü insanlar ellerinde bulunan imkanlara göre daha güzelini ve daha fazlasını isterler örneğin Afrika'da yaşayan bir insanın öncelikli olarak isteyeceği şey karnının doyması ve yakınlarını açlık yüzünden kaybetmemesidir.Bu insana göre özgürlüğün bir önemi yok çünkü temel ihtiyaçlarından biri olan beslenme ihtiyacını bile karşılayamıyor.Afrikalı bir insanın özgürlüklerini kullanabilmesi için ilk önce beslenme, barınma gibi temel ihtiyaçlarını gidermesi lazımdır.
   İnsanların birinci dereceden önemli olan yaşama, hayatını devam ettirme özgürlüğünü kullanabilmesi için anayasada bir kanun olması yetmez aynı zamanda devletinde, insanların bu haklarını kullanabilmesi için gerekli iç ve dış güvenlik önlemlerini alması gerekir.Anayasamızın temel hak ve hürriyetler bölümünün yirminci maddesi ''özel hayatın gizliliği'' hakkıdır bu anayasamızda bulunan bir haktır ve bireylerin bu haklarını kullanabilmesi için devletin basın yayın organlarını denetim altında tutması gerekir ki insanların özel hayatlarına bu organlar tecavüz etmesin.Yine anayasamızda bulunan ''din ve vicdan hürriyeti'' (madde 24) ile ''düşünce ve kanaat hürriyeti'' (madde 25) bireylerin kullanabilmesi için devletin bunu garanti altına alması lazımdır, eğer bazı insanlar bu haklarını kullanırken sorun yaşıyorsa devletin bu sorunları gidermesi lazımdır.(3)
   Yukarıda görüldüğü gibi bireylerin gerçekten özgür olabilmesi için devletlerin temel hak ve hürriyetleri anayasaya koymaları yetmez bununla beraber insanların bu özgürlükleri kullanabilmeleri için devletin gerekli ekonomik, kültürel, teknolojik, sportif ve sosyal şartları sağlaması lazımdır.
   Thomas Hill Green e göre ise; Özgürlük insanın mutlu olacağı bir şeyi yapması ve bundan zevk alması hususunda olumlu bir güç yada yeterliliktir.Dolayısıyla insanın gerçekten mutlu olabilmesi için bu özgürlüklerin yazılı olarak bulunması yeterli değildir artı olarak insanın fiili olanaklardan, toplumun ürettiği mal ve hizmetlerden pay almalı ve bireyin gücü ortak refaha katkıda bulunacak ölçüde arttırılmalıdır.Green bu düşüncesini basit bir örnekle açıklar bize: Bireyin gelişmesinde çok önemli bir yere sahip olan seyahat etme hakkı bir özgürlüktür ve bu özgürlüğe gerçekten sahip olabilmesi için onun seyahat etmek istemesi halinde engellenmemesi yetmeyip bilet alabilecek maddi imkanlara da sahip olması gerekir.(4)
   Makalemizin bu kısmına kadar özgürlüğü tanımladık ve gerçek özgürlüğü formülize ettik.Şimdi ise günümüz liberalizmini irdeleyelim ve daha sonra antik çağ özgürlük anlayışına bakalım.
   Liberalizmi şu dört maddede inceleyebiliriz.
1- Kültürel liberalizm
2- Ekonomik liberalizm
3- Sosyal liberalizm
4- Muhafazakar liberalizm
   Burada liberalizmi maddelere ayırmamızın sebebi maddelerde geçen olgular üzerine yoğunlaşmak içindir.
·          Liberalizmin en çok önem verdiği olgulardan biride kişinin bireysel hak ve özgürlüklere sahip olması gerektiğidir.Kültürel liberalizm kişinin yaşadığı ülkede kendi dinini, dilini, örfünü, adetini istediği gibi yaşayabilmesini savunur.Devlet kesinlikle bireylere bu konuda baskı kuramaz, engelleyemez.Bir devletin bireylerin özgürlüğü cihetinden ne kadar geliştiği, o ülkedeki her türlü etnik unsurların bir arada, beraber rahat bir şekilde yaşamasından anlaşılır.Yani bir ülkede bireyler kendi kültürlerini ne kadar rahat bir şekilde yaşıyorlarsa o kadar özgürdürler.(5)
·          Ekonomik liberalizmin önemli bir vurgusu ekonomik olarak özgürlüktür.Yalnız bu terim yanlış anlaşılmamalıdır.Burada anlatılmak istenen ekonomik olarak bağımsızlık değildir.İnsanlar şöyle yada böyle ekonomik olarak birbirlerine bağımlı olabilirler. Liberalizmde ekonomik özgürlükten kasıt bireylerin istedikleri gibi ekonomik faaliyetlerde bulunmak ve bu konuda sınırlandırılmamaktır.(6)Burada değinilmesi gereken bir noktada mülkiyet kavramıdır.Mülkiyet kavramı: Bir ülkede yaşayan bireylerin çalıştıkları, hak ettikleri ölçüde mülkiyet elde etmeleridir.Yani bir insan hak ettiği nispette karşılığını alır.Nitekim bu konuda Adam Smith mülkiyet hakkının sisteme daha fazla yarar sağlayan ve daha fazla hak edenin sahip olması gerektiğini savunmuştur.(7)
·          Bu liberal düşüncede ise öne çıkan sosyal adalettir sosyal liberaller toplumda yardıma muhtaç kişilere dikkat çeker onlara yardım edilmesinin önemli olduğunu savunur ve ülkenin refah düzeyinin arttırılmasını amaçlarlar.Buradaki amaç sivil hakların fazlalaştırılması, sosyal olarak bireyler arasındaki dengesizliği gidermek, küçük ekonomiyi büyük ekonomiden korumak gibi şeylerdir.Basit bir örnek vermek gerekirse:Mahallemizde, yakınımızda ekonomik olarak çok zor durumda olanlar olabilir buradaki hedef bu insanları bu durumdan kurtarmak ve daha güzel bir hayat imkanı sağlamak.Yani günümüz sosyal devlet anlayışı.
·          Muhafazakar liberalizmde halkın geleneksel ve kültürel yapısı öne çıkar.Burada en önemli şey düşünce özgürlüğünün yanında din ve vicdan özgürlüğüdür.İnsanların rahat bir şekilde dinlerinin gerektirdiği görevleri yerine getirebilmelerini isterler.
   Birazda liberalizmin ülke yönetimindeki yerinden bahsedelim.Liberal demokrasi ülke yönetiminde ''temsili demokrasi'' olarak vuku bulmuştur.Bu sistem günümüzde siyasi/coğrafi olarak doğrudan demokrasinin imkansızlığından ortaya çıkmıştır.İnsanlar demokrasiden gelen yönetme hakkını seçimlerle seçtikleri kişilere devretmişlerdir.Halk düzenli olarak kendisini temsilen yönetim hakkını almak isteyenlere karşı oy kullanır.Bunlar arasından birisini iktidar yapar.Burada dikkat edilmesi gereken en  önemli husus ise ülkede yaşayan insanların devlet yönetimine katılımı belli aralıklarla yapılan seçimlerle sınırlı kalmamalıdır bireyler gerekli gördüğü yerde iktidardan referandum istemeli, toplanma ve örgütlenme hakkından dolayı bir sivil toplum örgütüne katılmalı, medya açısından bir gazete, dergi veya televizyon kurmalı ve buna benzer faaliyetlerle iktidar üzerinde belli bir etkiye sahip olmalıdır.Burada önemli olan bir diğer husus ise devletin sınırlanmasıdır yani devletin sahip olduğu hakların belirli bir sınırının olmasıdır çünkü devletin asıl amacı bireylerin hak ve özgürlüklerini korumak ve kollamaktır daha fazla hak tanındığı taktirde devleti yöneten kişiler bu amacın dışına çıkabilir.  
   Antik çağda yaşayan insanlara göre özgürlük anlayışı daha farklıdır.Bu insanlara göre özgürlük tam egemenliğin tüm gereklerini topluca ama aracısız yerine getirmek anlamına geliyordu yani burada anlatılmak istenen: Ülke yönetimiyle alakalı her şeye topluca karar vermek, bireyin devlet yönetimiyle alakalı tüm faaliyetlerde direk bulunmasıdır.Örnek verecek olursak diğer devletlerle savaş ve barış kararları almak, yasaları onaylamak, kararları bildirmek, kanunları, ekonomik hesapları, devletin yüksek mevkilerindeki görevlileri denetlemek,onları yargının önüne çağırıp suçlamak, hapsetmek veya aklamak gibi fiiller.(8)
   Bu özgürlük anlayışının adı doğrudan demokrasidir.Doğrudan demokrasi günümüzde maalesef uygulanması çok zor bir yöntemdir çünkü kararlara katılım direk olduğundan dolayı bireylerin siyasete ayırdığı zaman, enerji ve emek çok fazladır.Antik çağda ise bu sistem halkın katmanlardan meydana geldiği ve toplumdaki bireylerin sayıca az olması hasebiyle mümkün oluyordu.Üst sınıftaki insanların zamanı siyasete, devlet yönetimine giderken maddi ihtiyaçlarını köleler karşılıyordu.(9)
   Yukarıda açıkladığımız gibi doğrudan demokrasi günümüzde uygulanması imkansızdır.Somut bir örnekle açıklamak gerekirse Türkiye'de yetmiş beş milyon insan yaşıyor, bu sistem uygulanmaya çalışılsaydı bu yetmiş beş milyon insan daha önce açıkladığımız gibi kararlara direk katılması gerekirdi.Birde bu sistemin bir milyar üç yüz on sekiz milyon nüfusa sahip olan Çin'de uygulandığını düşünün!!(10)Ayrıca antik çağda doğrudan demokrasinin uygulanmasının halkın sınıflara ayrılmasından dolayı olduğunu söylemiştik.Günümüz liberal anlayışında ise ne katmanlara ne de köleliğe yer vardır.Herkes kanun önünde eşittir.Doğrudan demokrasinin uygulanamama sebeplerinden biride bireylerin uzmanlık alanları buna izin vermemektedir Çünkü gelişen ve değişen dünyamızda bireyler hayatlarında mesleki olarak bir uzmanlık alanı seçmek zorundadırlar.
    Sonuç olarak günümüz liberal demokratik rejimlerde hakim olan özgürlük anlayışı ülke yönetiminde ''temsili demokrasi''; sosyal, ekonomik, kültürel, olarak ise yukarıda ayrıntılı olarak tanımladığımız şekilde modern liberalizmdir.Zincirleme olarak bireyin, toplumun ve ülkenin daha iyi daha güzel hale gelebilmesi için bu şekilde izah etmeye çalıştığımız özgürlük anlayışının ön plana çıkması gerekir.Çünkü globalleşen dünyamızda toplumların gelişebilmesi her türlü alanda terakki edebilmesi için demokrasi kesinlikle şarttır artı olarak da temsili demokrasi gerekir ki bunun sebeplerini uzun bir şekilde tahlil ettik.Aynı şekilde üzerinde durduğumuz günümüz liberalizm tarifinde ekonomik, sosyal, kültürel olarak toplumların ilerleyebilmesi bunları ne kadar iyi yapıp yapmamasına bağlıdır.Eğer devleti yöneten insanlar ve ülkede yaşayan yurttaşlar daha iyi bir toplum olmak istiyorlarsa bu anlattıklarımızı hayatlarında uygulamaları gerekir.

      Kaynakça
(1)Constant Benjamin , ''Özgürlük Nedir'', Siyasi Yazılar;1820
(8)Constant, Benjamin ''Özgürlük Nedir'', Siyasi Yazılar;1820
(10)http://tr.wikipedia.org/Çin Halk Cumhuriyeti Nüfusu
(7)http://tr.wikipedia.org/Ekonomik Liberalizm
(5)http://tr.wikipedia.org/Liberalizm
(2)Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi sayı 24 sayfa 124
(6)Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi sayı 24 sayfa 125
(3)www.istanbul.gov.tr// Anayasadaki Temel Hak ve Özgürlükler
(4)www.makaleler.com/Felsefe Makaleleri/Benjamin Constant/ Caymaz Ceren
(9)www.makaleler.com/Felsefe Makaleleri/Benjamin Constant/ Caymaz Ceren


  



16 Mayıs 2015 Cumartesi

Kadim Bir Şehir:İstanbul

                                       
   Çok şey yazılmıştır İstanbul üzerine.Kim etkilenmeyip bir şeyler yazmak istemezki…Her yeri ayrı bir tarih ve kültür.Her yerin ayrı bir hikayesi var.Asırlık çınarları konakları sarayları...Bize yaşadıklarını          anlatabilseler kim bilir geçen yüzyıllarda nelere şahit oldular.Bu yüzden çok iyi anlamak lazım İstanbul’u.
   İstanbul dört mevsim de güzel. Ama en güzel zamanları yaz ve bahar aylarıdır. Kışın verdiği mahmurluktan uyanır koca şehir ve tüm ihtişamıyla bekler misafirlerini. Kimseden esirgemez güzelliğini,  değerini bilene ve meraklısına da döker sırlarını.Aslında İstanbul koca bir üniversite içinde bir sürü dersi olan, okuması zevkli, isteyenin kazanabileceği.
   Sıcak bir İstanbul günü.Okul bitmiş ve artık tatil zamanıdır. Arkadaşlarla bir program yaparsın ve başlarsın İstanbul’u yaşamaya.En güzeli de namaz için bir camide mola vermektir.Sıcağın verdiği tatlı bir yorgunlukla şadırvanda yıkarsın elini yüzünü.Aynı zamanda camiyi ve onun tarihini düşünürsün.Gelip geçen insanları, yaşanan iyi-kötü olayları, acıları mutlulukları…
   Kadim İstanbul’un merkezi suriçi’dir.Topkapı Sarayı, Ayasofya Camii, Sultanahmet, Eminönü Yeni Camii, Süleymaniye , Fatih ve onlarca daha mükemmel yapıtlar.Sanatın ve estetiğin aşkla nakış nakış işlendiği tarihe ve yüzyıllara meydan okuyan eserler.Beyoğlunda uzanan ortaçağın mistik kulesi Galata.İstanbul’u yazmaya kalksak sayfalar tutar.Ama Üsküdar’ı bambaşkadır.Kız Kulesi, Aziz Mahmut Hüdayi Hz. Beylerbeyi Sarayı, camileri, konakları ile mümtaz bir beldedir.Lafı uzatmadan en iyi ifade yöntemi olarak gördüğüm şiire sözü bırakıyorum.
     Canım İstanbul
Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar; 
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar. 
İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim; 
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim. 
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur; 
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur. 
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale, 
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.
İstanbul benim canım; 
Vatanım da vatanım... 
İstanbul, 
İstanbul...
Tarihin gözleri var, surlarda delik delik; 
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik... 
Bulutta şaha kalkmış Fatih`ten kalma kır at; 
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat... 
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare; 
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare? .. 
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet; 
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...
O manayı bul da bul! 
İlle İstanbul`da bul! 
İstanbul, 
İstanbul...
Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği; 
Çamlıca`da, yerdedir göklerin derinliği. 
Oynak sular yalının alt katına misafir; 
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir. 
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar, 
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar... 
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi? 
Cumbalı odalarda inletir ` Katibim`i...
Kadını keskin bıçak, 
Taze kan gibi sıcak. 
İstanbul, 
İstanbul...
Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler! 
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler... 
Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu, 
Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu. 
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından 
Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayından. 
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar; 
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...
Gecesi sünbül kokan 
Türkçesi bülbül kokan, 
İstanbul, 
İstanbul... (Necip Fazıl Kısakürek)



10 Mayıs 2015 Pazar

BU KADAR ZOR OLMAMALI


BU KADAR ZOR OLMAMALI


Yanlış zamanda, yanlış yerde, bazen çok yakın, bazense çok uzakta oluşunuz etkilidir. Hep olduğu gibi, doğru zaman bu yüzden hiç gelmeyecektir. Gelmeyeceğini bile bile izlersiniz. Bazen bir gülüşe tanık olur, bazense bir hüzne ortak olursunuz. Yapabileceğiniz tek şey seyretmektir.Zamanın ne taşıdığını bilemezsiniz, ama işte bazen, yanlış çizgidesinizdir.

Benimse inandığım bir şey vardır. Olabilecek şeylerin kendiliğinden olduğudur. Olumlu/olumsuz yapabileceğin çok fazla şey yoktur ve o seni bir şekilde karşılar. Bu yüzden fazlaca uzak durma sebebi oluyor galiba. Hayatta çoğu zaman neyi değiştirmeye gücün yetebilir ki? Karşındakinin istediğiyle orantılı olan bir şey değil midir bu? İnsanların istediklerinde nasıl değişimi etkileyebildiklerini her seferinde deneyimledim.

Hayatımda iki kez atılım gösterdim. Birisi en geri tepebilecek bir adımken geri tepmedi ve hayatınız boyunca alamayacağınız cevabın, içinde dahi bulunamayacağınız bir garipliğin içerisinde kendimi yürürken buldum. Korkularımı silmemi sağladı, çok fazla büyüdüm. Sanki normal kendi yaşam çizgimde yürürken, birisi elimden tuttu ve çok ileriye götürdü. Hayat çizgim geride kaldı, ruhsal bütünlüğüm ise ardı ardına erken doğum günlerini kutladı. Ayaklarım daha sağlam basmaya başladı. En büyük adımım oldu, o minik adım. Sonrasında hayatım kendiliğinden şekillense de, yoldan çıkaran etmenlerde oldu. Taşlık yollarda sürüklendim ama yolumu bulduğumda yine kendimi daha ilerlemiş bir halde buldum. Sorun da bu oldu. İnsanlar hala geriden yürürken senin ileriden yürüyor olman.. Sadece birileriyle yürüyebilmek yerine, yalnız, bir başına yürümene sebep oluyor.

Emin adımların zorlaşıyor. O yüzden ikinci atılım gösterdiğimde kendimi serbest bıraktığım bir andı. Tesadüflerin gerçekleşebileceğine tanık olan bir inançtı. Bir gece anlık gördüğüm sadece bir umuttu. Birşeylerin kendiliğinden rayına oturacağı inancına sahip olmuştum. Ben bulmadım, kesişti bir şekilde. Önce besledim hislerimi, tanıdım, büyüttüm. Adımımı attım, gariptir yine tepmedi. Ama demedim ki, benim ileriden yürüdüğüm yolda, çok geriden gelen bir ruha tanık oldum. Aşkı görmemiş birinin, aşık olunabileceğine inanmaması sonucuyla karşılaştım. Ben hemen iki gün öncesinde güzel bir sohbete aşık olmuştum zaten, oradan sonrasının benim için önemi yoktu. Bana farketmeden elini uzatan birinin ruhu ne kadar karanlık olabilir ki. Ama kendi yürüdüğü çizgide ilerleyenin fark edebileceği bir şey değildi bu. İşte o gün adım atmanın artık yorucu olduğunu fark ettim ve durdum.

Sonrasında adım atmak zorlaştı, kendi çizgimde yürümeye başladım. Kendi yolumda yürüdükçe üzerim tozlandı, fırtınalarda önümü göremez oldum. O yüzden bir süre sonra insanların bıraktığı ayak izlerini dahi görememeye başladım. Çok yoruldum. Uzaktan izledim kendimi, tanımaya çalıştım.Artık bu konuda gözlerim ileriyi görmüyor.

Niye yazdım tüm bunları diye düşünüyordum tam, iki şey için olduğunu fark ettim. İlki anlayamadığım, fark edemediğim adımlar ve istemeyerek/bilmeyerek kırdığım kalpten özür dilemek içindi. İkincisi ise adım atmaktan korkan insanlara yol gösteremeyeceğim içindi. Ben adım atabilmeyi attığım adımlardan önce bir ruhtan öğrendim. Hayattaki temel amacımı bulmamı sağladığı için ona minnet duyduğumu hep belirteceğim. Onun ise hayattaki görevi bana bunu aktarmaktı ve görevini zamanında tamamladı. Hiçbir zaman bana söylediği şeyi unutamam ve bana ilk adımları atmamı tembihleyen, sonraki attığım adımlarımdaki temeli oluşturan, aldığım en güzel hayat cümlesiydi.

‘Hayat seviyorum demek için bile çok kısa. Seni seviyorum demek bu kadar zor olmamalı.’



26 Nisan 2015 Pazar

PAZARTESİYE AİT BİR SABAH

PAZARTESİYE AİT BİR SABAH



Nezlimde manadan yoksun şu zamanlar, yazma eylemini icra ederken mutsuz cümleler kurmak...
Lakin kalemden bu şekil bir üslupla damlıyor kelimeler, 

Mani olamıyorum.
Ben mutluyum halbuki. 
Hayli muhterem hanımefendi hazretlerim, ruhumu huzura doyuruyor elhamdülillah.

Somut olarak yanımda bulunmayışı hayli canımı sıksa da sevgi ağır basıyor.
Ne mutlu bana ve bize.
Birkaç günden bu yana içimdeki sesle olan diyaloğum sıklaştı. Ben iyi tarafım, o ise kötü.

Zihnime kötü laflar fısıldıyor ve ben bittabi kovuyorum onu.
Ve biliyorum ben, büyük bir imtihana tabi olmakla geçecek ömrüm...
Bu imtihanda çok başarılı olur muyum bilmiyorum da, dibe vurmamak lazım. 

Dibi görmezsem başarılıyımdır zaten.
Bu kadar kötü olayın imtihandan gayrı açıklaması olmayacağı kanaatindeyim.
Ben de koşulsuz şartsız teslimiyet içerisindeyim Rabbime.
Bugün step ikliminin gri başkentinin seması aldatmakta griyi mavi ile.
Huzur veriici bir bahar günü, ki güne güzel gözle bakmamı sağlayan da sevgili hazretlerimdir.

Vuslata da tez zaman kaldı.
Tez zaman kaldı çünkü zamandan korkmaz, onun üzerinde yaşarsan uzun zaman yoktur.

Beni zaman bulutlarının üzerine taşıyan meleğimi yüreğinden öpüyorum

Babil İkra

25 Nisan 2015 Cumartesi

Yavaşça Ölüyorum

*

Günlerden, perşembe. Yelkovan, acımasızca hıphızlı takip ediyor bugün akrebi, zamanı tüketmek istercesine.


Bir adım daha atıyorum boşluğa. Cılız bir alevin kaldırım taşı üzerindeki titrek gölgesini görür gibi oluyorum. Şiddetle kafamı sallıyorum, gözlerimi kapatıyor; simsiyah tuvalin rengarenk boncuklarla süslenmesine şahit oluyorum. Bir kez daha kafamı sallıyorum. Benekler kayboluyor yavaşça. Meltemin uysal nefesi, vücudumu delip geçiyor, kalp atışlarım hızlanıyor. Siren sesleri duyar gibiydim. Oysa, beynimin oynadığı oyunun esiri olmak üzereyim, fark edemiyorum. Kaldırım taşının üzerinde, beyazlara bürünmüş bir çocuk beliriyor. Elinde bir demet papatya. Papatyanın çiçekleri, birer birer yere düşüyor. Çocuk bir adım atıyor bana doğru, sıcak bir tebessüm beliriveriyor güzel yüz hatlarında. Papatyaları sevmediğimi bilmiyor mu yoksa?


Yüreğim, apansız bir burukluk eşliğinde kararıyor. Konuşmak için ağzımı açıyorum, bir iki kelam edeyim. Kafese kapatılmış bir kuş misali esir alınmış oysa kelimelerim. Kelamım, düşüncelerine ket vurulmuş bir bedbaht gibi yapayalnız. Canhıraş, sessiz bir yakarış eşliğinde daha da kavruluyor yüreğim. Çok sonra anlıyorum. Papatyaları bana uzatan, bir türlü sevemediğim özbeöz kardeşim. Hüzünlü bakışlarının esrarı çözülürken papatyanın anlamını düşünüyorum. Derken kulağıma semaya yükselen bağırışlar çalınıyor. Oysa, ücra mahalledeki ıssız sokakta kardeşim ve benden başka kimse yok. Gözlerimi semaya kaldırıyorum. Kulağımda bağırışlar yankılanırken semada belli belirsiz tebessümünü görüyor gibi oluyorum annemin. Birisinin bedenimi kucakladığını hissediyorum. Gözyaşları, yüzümü ıslatıyor. Lâkin, kimse yok! Delirecek gibi oluyorum, yüzüm ıpıslak. Kardeşime bakıyorum yardım dilercesine. Düşünemiyorum, o an. İdrak edemiyorum; bir ademoğlundan yardım dilenmemesi gerektiğini. Kardeşimin yüzü, buruk bir gülümsemeyle gölgelenmiş.


Hazanın ilk günü sanki. Yaprakların, asfaltı sarıyla boyamasını resmediyorum bilincimin en derinliğinde. Elini uzatıyor yeniden. Hıçkırıklar, yükseliyor beynimin bir köşesinden. Yüzüm, hala gözyaşlarıyla yıkanıyor. Kıyafetlerimi biri çekiştiriyor sanki. Birkaç itiraz sözcüğü yankılanıyor semada. Ve ben, gözümü dahi kırpmadan kararlılık eşliğinde kardeşime doğru adım atıyorum. Bir anda ışıklar sönüyor. Benim, on sekiz yıllık dünyam karanlığa bürünürken yakarışların, sessiz haykırışların nefesi, ensemde. Sonrasıysa, ebedi bir karanlık oluyor. Farkında bile olamadan, sinemi titrerek arşa yükselen bir acının dilsiz yakarışıyla yavaşça ölüyorum. Yapayalnız ve sessiz...


17 Nisan 2015 Cuma


Sen, ben, o... 
Herkes aynı hikayede
 Başı ve sonu aynı, gerisi farklı
Bir yerden tutunduysak hayata
Boşa geçirmemeli, bırakmamalı...

   Şebnem Ferah'ı sever misiniz? Ben severim ve özellikle bu şarkısı bugün değinmek istediğim konuya çok uygun. Bugün son gününüz olduğunu düşünün... Yapmayı planladığınız bir çok şeyi sürekli ertelediniz değil mi ? Fırsatınız olduğu halde yapmadığınız bir çok şeyi düşünün... 

  Şu an bunları anlatıyor olsam da ben de dahil hepimiz hayatımızı başkaları için yaşıyoruz. "Şu an bunu söylememeliyim çünkü herkes deli olduğumu düşünecek.","Üniversitede şu bölüme gitmeliyim çünkü iş bulma olasılığı daha yüksek.","Bu bölüme gidersem annem babam sevinir o yüzden onu tercih edeceğim","Bunu yapamam çünkü topluma ters bir hareket"... Hayır yapabilirsin, istediğini söyleyebilirsin ve istediğin bölüme gidebilirsin. Çünkü bu senin hayatın ve kimsenin sana karışmaya hakkı yok. Bu hayatı bir kere yaşayacaksın ve geri dönüp değiştiremezsin. Şu anı geri getiremezsin. Doğru olduğunu düşündüğünüz şeyi söyleyin, üniversitede zevk alabileceğiniz bir bölüme gidin çünkü tüm hayatınız boyunca sevmediğiniz bir işi yapmak istemezsiniz, anne babanızın mutluluğu tabiiki önemli ama onlar bu hayata gözlerini yumduğunda, mutlu etmeniz gereken biri kalmadığında tüm hayatınızı hoşlanmadığınız bir işte çalışarak geçirdiğinize değecek mi? 

   Hayatınız boyunca siz ne yaparsanız yapın, olumsuz şekilde eleştiren insanlar sürekli olacaktır. O yüzden kimsenin dediğini dinlemeyin ve mutlu olacağınız şeyleri yapın. Şu an hayatınızdan mutsuzsanız bunun nedenlerini düşünün ve hayatınızdan bunları çıkarın veya değiştirin. Hayat başkalarının düşüncelerine göre yaşamak için çok kısa. Umarım yolun yarısına "35 yaşına" geldiğinizde ve geriye baktığınızda kendi tercihlerini kendi yapmış bir birey olursunuz ve pişman olmazsınız.

İyi yaşayın ve istediğiniz gibi yaşayın!

10 Nisan 2015 Cuma

Bu Ülkenin Şiire İhtiyacı Var

Bu Ülkenin Şiire İhtiyacı Var 


Bir ülke, yedi bölge, seksen bir il, yüzlerce ilçe, binlerce mahalle, milyonlarca insan. Her insanda keşfedilebilir ama keşfe kapalı milyonlarca dünyalar.

Bir senfoni düşün
 iç içe ve karşılıklı. Aynalar senfonisi milyonlarca insanın çıkardığı tını
 Düşün ki bu senfoni arasında
 tam ortasında kaldın,- yani kalbinde, hem kirli hem temizi bilmeye dair
                                                  kalbin tabiatında olan,
                                                 seçme hakkı, yöneliş
                                                  seçmeme hakkı, tükeniş
                                          bu tükenmek şiirin varlığına dair-

sağdan soldan uçsuz bucaksız sesler gözüküyor. Bazıları görmeye doyamayacak gibi bazıları tahammül edilmeyecek gibi. Ve her seferinde seçim hakkı var. Bir de Araf melodisi var, sinsice yanaşır. Kararsız kaldığımız zamanlarda ki durum bu. Bu kararsızlığında çözümünü bulmuştuk biz. “Şiir” her derde devadır bu şiir. Acıyı tatlandırır, tatlıyı sulandırır nazarlık olsun diye.

Ülkemizin de şiire ihtiyacı var. Sadece kararsızlığın değil, iyi kötü kararında şiirle olması lazım.
Şiirle yoğrulmayan hamurda lezzet mi olur hiç. Ülkece yavaş yavaş, tatsız tuzsuz hale gelmeye başladık. Yaşadığından keyif alamayan insanlar olduk. Alınan keyfin hemen kaçtığı günlere uyanır olduk. Öyle ki “Niye haber izlemiyorsun? ” sorusuna “Haberleri izlediğimde keyfim kaçıyor, sinirlerim bozuluyor.” cevabını alır olduk. Gerçekten öyle şeyler yaşanıyor ki izleyemez olduk haberleri, dünyadan bihaberiz artık. Sevgisiz yapılıyor işte ondan böyle habersiz kalıyoruz. Şiirsizlik, işte tam bu yüzden şiir sokakta değil, şiir yürekte olmalı. Sokakta olan şiiri anlamıyorsan olmasın daha iyi, anlıyor yaşıyorsan zaten o sokakta değil yürektedir. Hem şiiri sokaklara düşürmeyelim, göklere semalara çıkaralım onu…




Notun dibi: 

Bu ülkenin şiire ihtiyacı var. Şiirin sokaklara inmesi değil; yüreklere, dünyamıza işlenmesi lazım.  O halde kararsızlığımız bile sevecen olur.
Ne habersiz kalırız ne sevgisiz kalırız. Biraz romantik biraz da realist olmalıyız. Gerçekleri perdeli değil aksine daha şeffaf ama daha güzel görürüz.
Şiiri sokaktan yüreklere taşımalıyız. Bunun için gerekirse ordu kuralım, farklı dünyalarla dolu bir ordu. Muhteşem bir zenginlik. Birimden bütüne hareket etmemiz lazım. “Tek başıma ben ne yapabilirim” demeyip karınca misali boynumuza düşeni yapmalıyız. Kısacası elimizden geleni ardımıza koymalıyız, her şey serbest,  haykırmak serbest, ama düsturlu bir halde
Hiç olmadı tarihe bir not düşelim “şiir sokakta değil şiir yürekte” diye

3 Nisan 2015 Cuma

                                                                       Yazmak
  Yazmak, satırlara dökmek duygularını tarif edilemeyecek bir bahtiyarlıktır.Düşünürsün, hayal edersin, anlatırsın, istersin, seversin ama...Hep ama'lar takılır peşine.Halbuki beyaz bir kağıt ve onun satırları seni her daim kabul etmeye hazırdır.Kayıtsız şartsız...Yargılamaz yazdıklarını, seni, düşüncelerini sadece şahit olur ve en büyük sırdaştır o.Asla yarı yolda bırakmaz.Eğer derdini anlatamıyorsan birine ve ya anlayan yoksa, sığınılacak emin bir limandır beyaz kağıt.
  Vefakar sadık ve güvenilirdir o.Yazdığın şiirlerin ilk okuyucusu ve saklayanıdır. Heyecanla yazdıklarının üzülerek yazdıklarının düşünceli bir şekilde yazdıklarının da ilk şahididir;sen tarihe not düşerken!
  Yani kısacası bu yağmurlu Üsküdar gecesinde beni anlayabilen ve saat geçte olsa beni dinleyebilen bir yüce dosttur o.