ÖTEKİ ÇOCUK
Zarif bir umutla…
İrili ufaklı taşların etrafında girdap oluşturarak akan suyu
izliyordu, dipte sürüklenen renkli kumu, ve bayım, huzurluydu çocuk, gönlünün
çiçekleri sulanmışçasına ferahtı. Uzun süredir oturduğu kayanın üstünde
kıpırdanınca suya atladı küçük kurbağa. Yengeci görünce farketti turuncunun
aslında ne kadar da güzel bir renk olduğunu. Küçüktü çocuk, küçük bacaklarını
suya sallamış oturuyordu. Keşfetmeyi keşfediyordu. Ufak dünyasında, aklının
salıncağında sallanıyordu dilediğince.
İnce ince yağan
yağmurun altında düşündü: Bu gördüklerinin hepsini Allah mı yaratmıştı
gerçekten? Bütün oyunlarını gölgesinde oynadığı o heybetli kestane ağacını bile
mi? Yağmuru düşündü bir de. Biri başından aşağı su dökse çok kızardı ama
Allah’a kızmıyordu. Seviyordu yağmuru da yağdıranı da. Biliyor musunuz bayım,
özgürlük basitlikti. Çocuk çok sonra anlayacaktı bunu…
Anlaşılmak gibi bir derdi de yoktu henüz çocuğun. Gündüzleri
hayranı olduğu muazzam gökyuvanın altında oyun oynar, geceleri de duasını edip
uyurdu. Karıncaları da pek severdi, uzun uzun izlerdi onları, yaşam
mücadelelerini.
Küçüktü ama severdi biriktirmeyi. Mesela cümlelerini
biriktirirdi akıl kumbarasında, tutumluydu, öyle kolay kolay konuşmazdı. Sahi
bu, ketum demek mi oluyordu bayım? Peki konusu gelmişken sorayım, bir kimsenin
hasta olduğunu yalnız öksürüp hapşırmasından mı anlayabiliriz? Bence hayır. Çok
susan insanlara iyi bakın, onlar da hastadır, derin yerlerinden. Halbuki bu
insanlar diğerleri tarafından normal ve sağlıklı diye anlatılır, yanılıyor
muyum? Bilmiyorum.
Çocuk diyorduk, bu çocuk bir de tebdil-i kıyafet gezdirirdi
kalbini. Hislerini gönlünün devasa vadilerinde yaşardı da, belli etmezdi
kimseye. Şimdilerde böyle insanlara da içine kapanık diyorlar lakin bunun bir
hastalık olduğunu düşünmüyorum.
Sonra bayım, kalabalıklaştı çocuk. Masumca sevindi önce,
güzel günleri bekliyordu. Farkedemedi kalabalıklaştıkça yalnızlaştığını.
Farkedemedi sinsice gelip sırtına oturan küçük kamburu. Asildi çocuk,
merdivenin korkuluklarını ancak geçiyordu boyu ama dik dururdu hep. Bir tek
ağlarken eğerdi boynunu, ağlamanın zayıflık olduğunu düşünürdü çünkü ve hiçbir
gözyaşı, burnunun ucundaki bene dokunmadan düşmezdi. Üzülüyordu çocuk fakat
daha kötüsünün olabileceğini de düşünemiyordu. Maalesef daha kötüsü de oldu
bayım. Her şey samimiliğini yitirdiğinde, ihmal edildiğinde, yaşamı ölü bir
bedene sarılmak gibi yetersizleştiğinde büyümüştü. Büyümüştü büyümesine de,
çocuktu işte. Öteki çocuktu. O sinsi kambur da düğüm düğüm büyümüştü çocuğun
sırtında.
Yanlış kararlar verdi çocuk. Koskoca bir vaveylânın içine
düştü. Biçare kaldı, isyan etti, günah işledi. Telaşlandı, dua etmesini
bilemedi bir an. Bu minvalde giderse sonu iyi olmayacaktı, biliyordu. Kelimeler
sağanak sağanak yağarken aklından gönlüne, elleri belinde, kekremsi bir korku
sarıyordu etrafını ve bu kelimeler ancak içinin kütüphanelerini dolduruyordu.
Kendine hırçınlaştı çocuk, imkansızların içinde inzivaya çekildi. Yumruklarını
sıktı tüm kuvvetiyle, sol yumruğunu gördü, çocuğun kalbi küçüktü bayım, düşündü
bunu. Küçüktü ama çürümeye yüz tutmuştu. Aniden doğruldu, kimseye bırakmadı,
küp küp doğradı kalbini, tuz bastı yarasına, güneşte kurumaya bıraktı. Ağladı
çocuk, sevmese de ağladı. Ağlamasa taşıyamazdı ki kamburu. Ne yapmalıydı şimdi?
Olmazdı böyle, bu kalbi yumuşatmak lazım gelirdi, pîrupâk eylemek gerekirdi.
Peygamber kokulu güllerden mi sarmalıydı ki yaraya? Merhemini sürdü, şifasını
Rabb’den diledi. Çok isyan etmiş, çok günah işlemişti ya çocuk, pişman oldu,
tövbe etti. O ki Er-Rahman, El-Gaffâr değil miydi? Merhamet eden, affeden,
günahları örten. Allah’ın affı vardı madem, bu af bizim gibilere olmayacaktı da
ya kime olacaktı? Günahlar da, tövbeler de, aflar da bizim gibiler içindi,
şükürler olsun. Hüzün ki, koskoca şehirleri ezip geçer de, sevgilinin huzuruna
geldiği vakit iplik iplik çözülür ya, öyle çözüldü çocuk. Çok sabretmişti,
sabır zor işti ve Yaratan Bakara suresinde dememiş miydi, “Allah sabredenlerle
beraberdir.”
Sonunda bayım, nihayet kalktı çocuk vakur bir duruşla,
Allah’ın izniyle söktü aldı sırtındaki o nasırlaşmış koca kamburu da divitine
mürekkep eyledi. Sancısını akıtıverdi kelimelerle birlikte. Bu sancının sonunda
güzel bir doğum vardı üstelik. O vakit farketti ne kutlu bir halde bulunduğunu.
Uzun zaman sonra geleceğini gördü, kalbinin gözünden. Güzel de gördü üstelik.
Şimdi keskin, iç ferahlatıcı bir filiskin kokusu sardı etrafı, çok şükür…
Peki bunları niye anlattım bayım? Kimseye akıl verebilecek
mahiyette değilim. Bilakis, akıl almayı yeğlerim lakin naçizane tavsiyem, çıkarın
sırtınızdaki kamburları. Benim gibi kelimelere mi akıtırsınız, tuvalinize mi
boyarsınız yahut iğneyle mi nakşedersiniz kumaşlara bilmem ama, def edin
kamburlarınızı. Duaların asumanında yok olun.
-Çay Damlası’na hoşgeldim, hoşgördüm. Ekim Manisa’sından,
tarih kokulu Darüşşifa’dan selamlarımı iletiyorum. Dilimiz boş gelmek de olmaz tabi.
Eskilerden bir söz düşer aklıma,” Leyla’sız aşk, çaysız meşk olmaz.”-
Hatunkişi