8 Kasım 2015 Pazar

ÖTEKİ ÇOCUK

Zarif bir umutla…

İrili ufaklı taşların etrafında girdap oluşturarak akan suyu izliyordu, dipte sürüklenen renkli kumu, ve bayım, huzurluydu çocuk, gönlünün çiçekleri sulanmışçasına ferahtı. Uzun süredir oturduğu kayanın üstünde kıpırdanınca suya atladı küçük kurbağa. Yengeci görünce farketti turuncunun aslında ne kadar da güzel bir renk olduğunu. Küçüktü çocuk, küçük bacaklarını suya sallamış oturuyordu. Keşfetmeyi keşfediyordu. Ufak dünyasında, aklının salıncağında sallanıyordu dilediğince.
 İnce ince yağan yağmurun altında düşündü: Bu gördüklerinin hepsini Allah mı yaratmıştı gerçekten? Bütün oyunlarını gölgesinde oynadığı o heybetli kestane ağacını bile mi? Yağmuru düşündü bir de. Biri başından aşağı su dökse çok kızardı ama Allah’a kızmıyordu. Seviyordu yağmuru da yağdıranı da. Biliyor musunuz bayım, özgürlük basitlikti. Çocuk çok sonra anlayacaktı bunu…
Anlaşılmak gibi bir derdi de yoktu henüz çocuğun. Gündüzleri hayranı olduğu muazzam gökyuvanın altında oyun oynar, geceleri de duasını edip uyurdu. Karıncaları da pek severdi, uzun uzun izlerdi onları, yaşam mücadelelerini.
Küçüktü ama severdi biriktirmeyi. Mesela cümlelerini biriktirirdi akıl kumbarasında, tutumluydu, öyle kolay kolay konuşmazdı. Sahi bu, ketum demek mi oluyordu bayım? Peki konusu gelmişken sorayım, bir kimsenin hasta olduğunu yalnız öksürüp hapşırmasından mı anlayabiliriz? Bence hayır. Çok susan insanlara iyi bakın, onlar da hastadır, derin yerlerinden. Halbuki bu insanlar diğerleri tarafından normal ve sağlıklı diye anlatılır, yanılıyor muyum? Bilmiyorum.
Çocuk diyorduk, bu çocuk bir de tebdil-i kıyafet gezdirirdi kalbini. Hislerini gönlünün devasa vadilerinde yaşardı da, belli etmezdi kimseye. Şimdilerde böyle insanlara da içine kapanık diyorlar lakin bunun bir hastalık olduğunu düşünmüyorum.
Sonra bayım, kalabalıklaştı çocuk. Masumca sevindi önce, güzel günleri bekliyordu. Farkedemedi kalabalıklaştıkça yalnızlaştığını. Farkedemedi sinsice gelip sırtına oturan küçük kamburu. Asildi çocuk, merdivenin korkuluklarını ancak geçiyordu boyu ama dik dururdu hep. Bir tek ağlarken eğerdi boynunu, ağlamanın zayıflık olduğunu düşünürdü çünkü ve hiçbir gözyaşı, burnunun ucundaki bene dokunmadan düşmezdi. Üzülüyordu çocuk fakat daha kötüsünün olabileceğini de düşünemiyordu. Maalesef daha kötüsü de oldu bayım. Her şey samimiliğini yitirdiğinde, ihmal edildiğinde, yaşamı ölü bir bedene sarılmak gibi yetersizleştiğinde büyümüştü. Büyümüştü büyümesine de, çocuktu işte. Öteki çocuktu. O sinsi kambur da düğüm düğüm büyümüştü çocuğun sırtında.
Yanlış kararlar verdi çocuk. Koskoca bir vaveylânın içine düştü. Biçare kaldı, isyan etti, günah işledi. Telaşlandı, dua etmesini bilemedi bir an. Bu minvalde giderse sonu iyi olmayacaktı, biliyordu. Kelimeler sağanak sağanak yağarken aklından gönlüne, elleri belinde, kekremsi bir korku sarıyordu etrafını ve bu kelimeler ancak içinin kütüphanelerini dolduruyordu. Kendine hırçınlaştı çocuk, imkansızların içinde inzivaya çekildi. Yumruklarını sıktı tüm kuvvetiyle, sol yumruğunu gördü, çocuğun kalbi küçüktü bayım, düşündü bunu. Küçüktü ama çürümeye yüz tutmuştu. Aniden doğruldu, kimseye bırakmadı, küp küp doğradı kalbini, tuz bastı yarasına, güneşte kurumaya bıraktı. Ağladı çocuk, sevmese de ağladı. Ağlamasa taşıyamazdı ki kamburu. Ne yapmalıydı şimdi? Olmazdı böyle, bu kalbi yumuşatmak lazım gelirdi, pîrupâk eylemek gerekirdi. Peygamber kokulu güllerden mi sarmalıydı ki yaraya? Merhemini sürdü, şifasını Rabb’den diledi. Çok isyan etmiş, çok günah işlemişti ya çocuk, pişman oldu, tövbe etti. O ki Er-Rahman, El-Gaffâr değil miydi? Merhamet eden, affeden, günahları örten. Allah’ın affı vardı madem, bu af bizim gibilere olmayacaktı da ya kime olacaktı? Günahlar da, tövbeler de, aflar da bizim gibiler içindi, şükürler olsun. Hüzün ki, koskoca şehirleri ezip geçer de, sevgilinin huzuruna geldiği vakit iplik iplik çözülür ya, öyle çözüldü çocuk. Çok sabretmişti, sabır zor işti ve Yaratan Bakara suresinde dememiş miydi, “Allah sabredenlerle beraberdir.”
Sonunda bayım, nihayet kalktı çocuk vakur bir duruşla, Allah’ın izniyle söktü aldı sırtındaki o nasırlaşmış koca kamburu da divitine mürekkep eyledi. Sancısını akıtıverdi kelimelerle birlikte. Bu sancının sonunda güzel bir doğum vardı üstelik. O vakit farketti ne kutlu bir halde bulunduğunu. Uzun zaman sonra geleceğini gördü, kalbinin gözünden. Güzel de gördü üstelik. Şimdi keskin, iç ferahlatıcı bir filiskin kokusu sardı etrafı, çok şükür…
Peki bunları niye anlattım bayım? Kimseye akıl verebilecek mahiyette değilim. Bilakis, akıl almayı yeğlerim lakin naçizane tavsiyem, çıkarın sırtınızdaki kamburları. Benim gibi kelimelere mi akıtırsınız, tuvalinize mi boyarsınız yahut iğneyle mi nakşedersiniz kumaşlara bilmem ama, def edin kamburlarınızı. Duaların asumanında yok olun.
-Çay Damlası’na hoşgeldim, hoşgördüm. Ekim Manisa’sından, tarih kokulu Darüşşifa’dan selamlarımı iletiyorum. Dilimiz boş gelmek de olmaz tabi. Eskilerden bir söz düşer aklıma,” Leyla’sız aşk, çaysız meşk olmaz.”-

Hatunkişi