11 Temmuz 2015 Cumartesi

LÂ TAHZEN

 Ve inanç, tüm insanlığı kurtarabilirdi; değil mi?


Şıp, diye bir damla su iniyor semadan yeryüzünün kasvetli atmosferinin kucağının tam ortasına. Esamesi dahi okunmayan bir saatin yelkovanı bir milim daha hareket ediyor. Oysa, yelkovanın aksine saliseler yelesini şahlandıran bir cenk atı misali rüzgar gibi bir hızla birbirlerini kovalıyor küçük, oval camın içerisinde. İnsan, semanın saflığına kanıp da yeryüzünü mü mesken edinmişti, inanın genç kız da bilmiyordu bu sualin yanıtını. Ne vardı ki, yanıtsız soruların oluşturduğu yığına baktıkça kız; gülümsemekten kendini alamıyordu. Öyle ya; bir ahit yoktu küçücük bir organın ebediyete kadar atacağına dair, dünya denilen acımasızlığın da vuku bulduğu bedestenden kimler geçmişti de tarih olup karışmışlardı kaderin sırrına. Ademoğlu, âbın ıssızlığını sineye çekip de yeryüzünün şuh bir edayla göz kırpışına mı teslim etmişti benliğini, ahiretini? Bilemiyordu genç kız da. Aslına bakarsanız, Adem’le Havva’dan geldiğine gözü kapalı emin oluşu kadar çok iyi biliyordu bilmesine de bilmemesi gerektiğinin bilincinde bir kızdı. Ademoğlu, ona sunulan altın tepsiyi kendisinden her fırsatta uzaklaştırmaya çalışırken yere düşürüp tuz buz ediyor ardından ise pişkin bir sırıtışla arkasını dönüp uzaklaşıyordu. Genç kızın, henüz bu sabah karşılaştığı içler acısı duruma şahit oluşu da elbet sebepsiz değildi. Fıtratında yer edinen bir tutam şeytani hissin, yaşlı ve kimsesiz bir insanı açlığa tutsak ederek sefil bir yaşama lâyık görecek kadar vicdansız olması; umulmadıktı ve doğruyu söylemek gerekirse bilhassa da vahimdi. Oysa, genç kız okuduğu kitabın ardından tevafuki biçimde yaşlı bir insanın dilsiz iniltisini, harekesiz bedduasını işitmişti. Semada, zulmün dalda dalga yankılanacağını bildiği halde insanoğlu, tekrar ediyordu hatasını ebediyete dek. Şeytani varlığın, insan olsun; haset olsun; vicdansızlık olsun; menfaat olsun; hırs olsun; nefret olsun, ona sunduğu ateşten gömleği, yüzüne yerleştirdiği sinsi bir ifadeyle sırtlanıyor; dünya denilen fakat aslı bir zindandan farksız olmayan garip aşiyanı gri renge boyamaya kaldığı yerden devam ediyordu; -ah bir fark edebilseydi de içmeseydi sefa içerisinde- ne denli yıkıcı; yakıcı tatta olan ba’desini yudumlarken.

Avuçiçlerini semaya kaldırırken gözü yaşlı “Merhametinle muamele eyle, ya Rab,” diyen insanoğlunun aksine merhametsizliğiyle böbürlenen teslimiyetten azade ruhların hasede bürünen gözleri, evreni kasıp kavura da bilirdi. Genç kız, hasedin kıvılcımlarının çaktığı gözlere bakarken, “Şahid ol, ya Rab,” diyordu gözünden bir damla kayıp gamzesinin engeline takılırken. Çünkü, onlar her yerdeydi! Gözünü ne zaman kapatsa; hapsolduğu siyah tuvalin üzerinde belirmeye amade gözlerin esareti altında prangalara vuruluyordu. Haset, öyle bir yangındı ki insanın yüreğini sıkıntıdan eziyor da eziyor; küçültebildiği kadar küçültüyordu şu küçücük gezegende. Kül oluyordu, insana dair olan her şey. İnsanlığın tek bir kırıntısı dahi kalmıyor, inancı da beraberinde sürüklüyordu. En kör bıçaklar, bileniyor; en vurucu kelimeler, diziliyordu boğazlara birer birer. Okunulmaması gerekenler, okunuyor; huzur hiç varolmamışçasına ateşe veriliyordu aslında bir kelebeğin ömründen fazla da uzun olmayan insan hayatında. Genç kız, bu fikri pek tasvip etmese de belki de zindan ediliyordu güzel günler. Akıp giden suyun, baharda açan limon çiçeklerinin mis kokusunun, gülüp eğlenilebilecek gençlik yıllarının güzelliğinin ve eşsizliğinin ve sonluluğunun bilincine varamıyordu, dünya derdine düşmesi gerekirken bencilliğinde ve hasedinde boğulan insanoğlu. İnanç, darbe üstüne darbe alıyordu önlenemezcesine.
“Üstelik...Üstelik tüm bunlara sebebiyet veren, şeytan değil mi?” diyordu genç kız da.
Ölse de kurtulsam cümlesinin verdiği şaşkın isyankârlığın nedeni de şeytan değil miydi? Amansız bir hastalıkla boğuşuyordu insanoğlu kıyamete değin. İnsanın hem kendi içinde bitmek bilmeyen bir savaş vardı hem de adımını attığı her bir zeminin üzerinde. Nasıl bir dehşetti ki yeryüzünün helakını önleyebilen ebedi insanların ayakizlerinin silinmeye başladığı toprakların hemen üstünde yaşanıyordu savaş.

Aslında, düzenek oldukça basitti lâkin insan anlayabileceği kadarını idrak edebiliyor ve bir diğerine asla benzemiyordu. Düzen, ezelden ebede değişmeyecekti; yıllar, birbirlerini adeta kovalıyordu sularla çevrelenmiş küçük, toprak yapının üzerindeki bulutların gölgesinde. İnsanoğlu, şeytanın cennetten kovuluşundan beri ihanet ediyordu, Yaratan’ın tek bir dokunuşuyla darma duman edebileceği aciz kainata. Ama değil miydi ki dünyada şeytan vardı var olmasına; Melek’in varlığı da nedensiz değildi! Bir yetimin, bir annenin, bir mazlumun gözündeki gözyaşının yanaklarına, gamzelerine ulaşıp yeryüzünü ateşe verdiği an; bir ayetin emsalsiz sıcaklığıyla kavruluyordu insan yüreği.

“Lâ Tahzen! İnnallahe meane!” (Tevbe-40)

Değil miydi ki bir zalim olacağına bin mazlum olan Müslüman’ın kuşkusuz teslimiyetinin sebebi, inanç? Ve inanç, tüm insanlığı kurtarabilirdi; değil mi?
Genç kız da ben de titrek bir nefesin ardından işitilecek sese kulak kesildik. Bir “ah” duyuldu, göğün güneyinden. Sahi, kime göre güneydi? Belki de kuzeyinden yükselmişti! Hayır, hayır...


Bütün sema, “ah”lara esir düşmüş; ebediyete dek sürecek sessiz bir tutsaklığın arefesine delalet olan yakarışın kapısını açmıştı. Ama... Ama Allah mazlumun ahını, hesapsız bırakacak değildi. Şüphesiz, O; en adil olandı!