Ve inanç, tüm insanlığı kurtarabilirdi; değil mi?
Avuçiçlerini
semaya kaldırırken gözü yaşlı “Merhametinle muamele eyle, ya Rab,” diyen
insanoğlunun aksine merhametsizliğiyle böbürlenen teslimiyetten azade ruhların
hasede bürünen gözleri, evreni kasıp kavura da bilirdi. Genç kız, hasedin
kıvılcımlarının çaktığı gözlere bakarken, “Şahid ol, ya Rab,” diyordu gözünden
bir damla kayıp gamzesinin engeline takılırken. Çünkü, onlar her yerdeydi!
Gözünü ne zaman kapatsa; hapsolduğu siyah tuvalin üzerinde belirmeye amade gözlerin
esareti altında prangalara vuruluyordu. Haset, öyle bir yangındı ki insanın
yüreğini sıkıntıdan eziyor da eziyor; küçültebildiği kadar küçültüyordu şu
küçücük gezegende. Kül oluyordu, insana dair olan her şey. İnsanlığın tek bir
kırıntısı dahi kalmıyor, inancı da beraberinde sürüklüyordu. En kör bıçaklar,
bileniyor; en vurucu kelimeler, diziliyordu boğazlara birer birer. Okunulmaması
gerekenler, okunuyor; huzur hiç varolmamışçasına ateşe veriliyordu aslında bir
kelebeğin ömründen fazla da uzun olmayan insan hayatında. Genç kız, bu fikri
pek tasvip etmese de belki de zindan ediliyordu güzel günler. Akıp giden suyun,
baharda açan limon çiçeklerinin mis kokusunun, gülüp eğlenilebilecek gençlik
yıllarının güzelliğinin ve eşsizliğinin ve sonluluğunun bilincine varamıyordu,
dünya derdine düşmesi gerekirken bencilliğinde ve hasedinde boğulan insanoğlu.
İnanç, darbe üstüne darbe alıyordu önlenemezcesine.
“Üstelik...Üstelik
tüm bunlara sebebiyet veren, şeytan değil mi?” diyordu genç kız da.
Ölse de
kurtulsam cümlesinin verdiği şaşkın isyankârlığın nedeni de şeytan değil miydi?
Amansız bir hastalıkla boğuşuyordu insanoğlu kıyamete değin. İnsanın hem kendi
içinde bitmek bilmeyen bir savaş vardı hem de adımını attığı her bir zeminin
üzerinde. Nasıl bir dehşetti ki yeryüzünün helakını önleyebilen ebedi
insanların ayakizlerinin silinmeye başladığı toprakların hemen üstünde
yaşanıyordu savaş.
Aslında,
düzenek oldukça basitti lâkin insan anlayabileceği kadarını idrak edebiliyor ve
bir diğerine asla benzemiyordu. Düzen, ezelden ebede değişmeyecekti; yıllar,
birbirlerini adeta kovalıyordu sularla çevrelenmiş küçük, toprak yapının
üzerindeki bulutların gölgesinde. İnsanoğlu, şeytanın cennetten kovuluşundan
beri ihanet ediyordu, Yaratan’ın tek bir dokunuşuyla darma duman edebileceği
aciz kainata. Ama değil miydi ki dünyada şeytan vardı var olmasına; Melek’in
varlığı da nedensiz değildi! Bir yetimin, bir annenin, bir mazlumun gözündeki
gözyaşının yanaklarına, gamzelerine ulaşıp yeryüzünü ateşe verdiği an; bir
ayetin emsalsiz sıcaklığıyla kavruluyordu insan yüreği.
“Lâ Tahzen!
İnnallahe meane!” (Tevbe-40)
Değil miydi
ki bir zalim olacağına bin mazlum olan Müslüman’ın kuşkusuz teslimiyetinin
sebebi, inanç? Ve inanç, tüm insanlığı kurtarabilirdi; değil mi?
Genç kız da
ben de titrek bir nefesin ardından işitilecek sese kulak kesildik. Bir “ah”
duyuldu, göğün güneyinden. Sahi, kime göre güneydi? Belki de kuzeyinden
yükselmişti! Hayır, hayır...
Bütün sema,
“ah”lara esir düşmüş; ebediyete dek sürecek sessiz bir tutsaklığın arefesine
delalet olan yakarışın kapısını açmıştı. Ama... Ama Allah mazlumun ahını,
hesapsız bırakacak değildi. Şüphesiz, O; en adil olandı!