5 Haziran 2015 Cuma

Prof. Dr. Nurullah Genç ile Söyleşi

Blog yazarımız İsmail Hakkı Aykut ile İsmail Aydın, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası Meclis Üyesi Prof. Dr. Nurullah Genç'i makamında ziyaret ettik. "Yağmurla Gelen Şair" olarak da anılan Nurullah Genç Hocamızla her satırından farklı şeyler öğreneceğiniz bir röportaj gerçekleştirdik.




Soru: "Tutkular Keder Oldu" romanıyla Kültür ve Turizm Bakanlığı Roman Teşvik Ödülü, "Yağmur" naat'ınızla 1990 yılında Türkiye Diyanet Vakfı Naat-ı Şerif Büyük ödülünü aldınız. Bu ödüllere ve nice ödüllere layık görülen eserleri yazarken sizi besleyen kaynak neydi?

N.G.: Bu ülkede doğup büyüyüp bu kültür içerisinde mayalanmış bir insana beslemesi gereken kaynak ne ise benim kaynaklarım da onlardı. Kendi kültürümüz öncelikle, milli kültürümüz, evrensel İslami kültür, onun dışındaki farklı kültürel yapılar, batı kültürü, doğunun farklı kültürlerinden hint kültürü, orta asya kültürü vs. Dolayısıyla bu kaynakların en özelden en genele doğru bir insanın dünyasında sıralanması lazım. Önce en yakınınızdan etkilenirsiniz. İç içe olduğunuz aileden, aileden gelen bilgilerden, inanışlardan vs. Yavaş yavaş daha geniş çemberler içerisinde koşmaya başlarsınız.
  
Olması gereken nedir? Olması gereken de insanın kendi öz kültüründen yola çıkarak, onu iyi kavrayarak, bir sanat çalışmaları yapılacaksa çalışmalara onu yansıtarak, daha sonra da dünyanın farklı kültürlerine kapı aralayarak çalışmalarını yapmasıdır. Nedeni de şu: Neyi yazacaksınız o zaman? Neyi anlatacaksınız? Dünyada insan kültürü dışında bir şey var mı? Sosyal hayatın dışında bir şey var mı? Yok. neyi anlatırsanız anlatın, binlerce kilometrelik uzaklıkta bir yıldızı da anlatsanız evrenin içindeki bir gerçeklikten söz ediyorsunuz sonuçta. Bunu özel hale getirip, sosyal hayatın içine yansıttığınızda gruplaşmalar farklılaşmalar kaçınılmaz hale gelir tabii. Tek bir dünya topluluğu yok, tek bir dünya kültürü yok. Dolayısıyla bu farklılıkların içerisinde insan benimsediğini anlatmak durumundadır. Benimsediğinden etkilenmek durumundadır. Etkilenme olmazsa zaten eser olmaz. Bir şairin, yazarın, sanatkarın arkasında bir kültürel yapı yoksa olgunlaşması mümkün değildir. Hele ki şiirin olgunlaşması imkansızdır. Şiirin unsurlarını sayarken hayal deriz, his deriz, ilham deriz vs. ama esas temel unsur bu teknik verilerin yanında kültürel arka plandır.
  
Dünyanın  neresinde olursa olsun kendisini ispatlamış bir şaire bakın, bir dünya görüşünün aynı zamanda sipahisidir. Neyi yaşamış ise onu yazmıştır. Ateist ise o yansımıştır koyu katolik ise onun yansıdığını görürsünüz. Varsa içinde bir inanma kırıntısı onun yansıdığını görürsünüz. Yoksa böyle olmasaydı Dostoyevski Suç ve Ceza'da romanın sonunda Raskolnikov'un eline incil tutuşturur muydu? Böyle olmasaydı Victor Hugo Sefiller'i yazabilir miydi? Necip Fazıl da Yahya Kemal de olmazdı.
  
Yani bir dünya görüşü, bir kültürel arka plan şart ve bu, özelden genele doğru adım adım gittikçe şairin ve yazarın şahsında sağlıklı hale gelir. Bunun sağlıksız olanı da kendi milli kültürünü öz kültürünü kavramadan, yani özelden genele doğru gitmeden bir başka kültürün dünyasında var olmaya çalışmaktır ki bu garabeti de bizim ülkemizdeki pek çok sanatkar, şair, yazar yaşamıştır, yaşıyor. Ama bu çok garip bir haldir, hatta zavallı bir haldir. Kendi kültüründen bihaber bir insanın başka bir kültürün sözcülüğünü yapmaya çalışması kadar abesle iştigal eden bir durum olamaz.
  
Bizim kaynaklarımız da kültürel kaynaklarımızdır. Bir defa İslam Kültürü. Siz hangi dünya kültürü içinden İslamı çıkartabilirsiniz. Şiirimize, temel milli sanatlarımıza damgasını vurmuştur. Minyatürün, hat sanatının, mimarinin arkasındaki hakikat İslamdır. Amerikalı aslen Rus asıllı Sosyolog Pitirim Sorokin şöyle der: 'Medeniyetin iki tane yüzü vardır: iç ve dış. Dış yüzeyindeki şekli, iç yüzeyindeki mana belirler.' Onun için cami ve kilise birbirinden farklıdır. Bu farklılığı yansıtmadan görmeden, kendi öz kültüründen yola çıkarak sunmadan sanatkarın olgunlaşması mümkün değildir.

İ.A.: Zaten yerel olarak Erzurumlusunuz. Erzurumda köy odalarında bulunmuşsunuz.

N.G.: Zaten o kaynaklara oradan başladık. Köy odasında bizim temel kaynaklarımız Kur'an, hadis, Peygamber hayatını anlatan kitaplar, destanlarımız, divan ve halk edebiyatının önemli isimleri o köy ariflerinin kendi dünyasında, o köy odalarında okunurdu. Oradan başladık zaten biz o kaynakları almaya.



Soru: Bir söyleşinizde "Son yüzyılda iki şeyi kaybettik: aşkı ve hüznü" demiştiniz. Burada tam olarak ne anlatmak istediniz?

N.G.: Aşk insanın esas varlık nedenidir. İnsan neyi taşıyor dünyasında? Ne için yaşıyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz ve ufkunuzda ne var? Aşk bütün bunları içine alan, en süfli olandan Hallac-ı Mansur'un "Ene'l-Hak" sözüne kadar bütün alanı kuşatan bir olgudur. Bu bilinci insanın hayatından alırsanız insan, fırtınalı bir denizde batmakta olan bir gemiye döner. Liman ararken sağ sola derken ya kayalıklara vurur yada batar.
  
Bugünün insanlarına bakın o fırtınalı denizde dolaşmıyor mu? Kendi ülkenize bakın. Nedensiz ve amaçsız yaşayan, aidiyet duygusu alt tabakalara takılmış kalmış, basit bir takım eylemler için attığı çığlıkları kendi toplumu ve medeniyeti için atamayan milyonlarca insan yaşamıyor mu ülkemizde? Bir örnek vereyim; ben çok sıkı bir Galatasaray taraftarıyım, maçlara giderim. Çok manidar bir şekilde de seyrederim oradaki insanları. Ve hep burkulur yüreğim. Spor güzel bir şey ama keşke oradaki insanlar tuttukları takım için harcadıkları enerjiyi kültürümüz ve medeniyetimiz için gösterebilseler.
  
Aşk bunların hepsiyle alakalı. İnsanları nereye bağlıyorsanız onun için fedakarlığa başlıyorlar. Fenafil mevki oluyor insan, fenafil kadın oluyor, fenafil spor oluyor, en son fenafillah. Yukarıya doğru gidiyor. Bunu çıkardığınızda o medeniyeti çökertirsiniz ve bizden bunu almışlar. Şiirde bile bir dönem gelmiş ki... Aşk nedir, şairanelik nedir? Garip Hareketi "Divan şairleri sevgiliyi gökyüzüne kanatlandırmışlardı, biz onu yeryüzüne indirdik." demişlerdi. Olur mu böyle bir şey? Çok somut, ayağı olan, eli olan ve artık gittikçe tükenen bir kadın imgesinin aşk denen o büyük kavramı doldurması mümkün mü?

O nedenle ben bir şiirimde şöyle diyorum;

Aşkın ve acının vadilerinden geçerek yürümeyi öğrendi kalbim
Minyatür bir kalbe sığar mı benim denizleri tutuşturan gözlerim

 Benim denizleri tutuşturacak kadar büyük olan gözlerim, tabi buradaki göz somut bir göz değil, minyatür bir kalbe insanın kalbine sığar mı? Nasıl sığacak?
  
Bir de hüzün.. "Hüzün ki en çok yakışandır bize" diyor ya şair. Dedik ya hani faniyiz. Nasıl sonsuz bir mutluluk yaşayabilirsiniz ki? Gözünüzün önünden geçiyor dünya. Çocuksunuz, büyüyorsunuz, insanlar ölüyor, toplumlar değişiyor, iktidarlar değişiyor, teknoloji değişiyor. Kısacası durağan değil hareketli bir halin içindesiniz ve kendiniz de değişiyorsunuz. Şunu söylemek istiyorum: "Siz elinizde tutamadığınız bir hayatı yaşıyorsunuz.". Peki elinizde tutamadığınız bu hayat size nereden geldi, nasıl geldi? Bunu sorgulamaya başladığınızda yaratılışa gidiyorsunuz. Ve bu, sizi cennetten kovuluşa, cenneten sürgün edilmeye ve ordan dünyaya inmeye getiriyor. Bundan daha büyük hüzün olabilir mi? Yaşadığı cenneti kaybetmiş bir varlık insan. Baktığımızda hüzünlenmemek mümkün mü? Bir sürgün edilmişiz. İki geriye sağlam dönüp dönemeyeceğimiz belli değil. Sürgün edildiğimiz yere, cennete mi döneceğiz yoksa başka yere mi? Bundan büyük hüzün olur mu? Tabi buna inanırsanız. İnanmazsanız başka hüzünler sarar sizi. Ben dünyevi bir hüzünden bahsetmiyorum. Burada kastettiğim hüzün, bizim çağlarüstü hüznümüzdür. Sezai Karakoç Üstadın da bahsettiği sürgün ülkeden bahsediyorum. İşte o hüznü de bizden almışlar.
   
İnsan gerçek hüzne vakıf olamadığı için başka hüzünler ile kırar, döker, öldürür, vurur. Aşka, hakiki aşk duygusuna sahip olmadığı için yanlış bağlantılarla aşkı ve hayatı söndürecek noktalara ulaşabilir. Zalimlerin doğduğu yer de tam burasıdır.

Ben Nurullah Genç olarak özellikle şiirlerimde, işte o ulvi aşk duygusunu yani insani olandan ilahi olana katmanlar içinde yükseltmeye çalışarak o aşk duygusunu verme gayreti içindeyim.

Soru: "Elbette sizden birinizin içinin irinle dolu olması şiirle dolu olmasından daha hayırlıdır." (Buhari) Peygamber efendimiz bu hadisi şerifinde ne söylemek istemiştir?

N.G.: Sizce Peygamber efendimiz burada neyi kastetmiş olabilir? Efendimiz Kur'anı Kerim'de Allah'ın kastettiğinden başka kasıtlarda bulunabilir mi? Bulunamaz değil mi? Efendimiz Kur'an'ın yaşayıcısıdır. Kur'an şairlere nasıl bakıyor? İki vadiye ayırıyor. Bir vadide olanlar şaşkın şaşkın gezerler, Allah'a karşı mücadele ederler, davasını söndürmeye çalışırlar. Diğer vadideki şairler de inandığı için şiir söyler, salih amel işler. Haksızlığa uğrayan ve haksızlığa uğradığı için şiir söyleyen, salih amel işleyen ve o aşkı diriltmeye çalışan ve bunun için şiir söyleyen birinin içinde irin olması mümkün mü? Değil, çünkü o Kur'an'da belirtildiği üzere kurtulan vadide yer alıyor.

Peki bunlardan hiç nasibi yok. Aklına gelen her sözü yada her imgeyi rastgele her şeyi şiirine katan, maneviyata saldıran, şaşkın, niçin yazdığını bilmeyen, bayağı kelimeler kullanan ve daha da kötüsü kötü yaşayan... Yanlış şeyler yapan günahkarlığının farkında olmayan, İslam'a karşı da mücadele eden ve nefisle alakalı handikaplı olan, kibirli... Baktığınız zaman hangi vadide yer alacak onlar? Tabi ki kötü olanın da. Peki onun içindekinin şiir değil irin olduğuna hükmedebilir miyiz? Evet, hükmedebiliriz. Çünkü Peygamber öyle buyuruyor.
  
Ben her zaman söylüyorum: hesabını vereceğiz yazdıklarımızın. Kimse şiirinden, şiirinin hesabından uzak değil. Her şairin oturup düşünmesi lazım. Ben bu şiiri yazıyorum ama sorduklarında "ben bunun cevabını nasıl veririm?" diye düşünmesi gerekiyor. Hele mü'min bir şairin böyle bir avadanlık içinde bulunmasını ben kabul edemem.

Ben bu meselenin bilincindeyim. Aşk ve hüznü şiirlerimde işlemem de bu yüzdendir. Eğer biz aydınlanacaksak bu iki kelimeyi dirilterek aydınlanabiliriz. Çünkü Kur'an'ın özü aşktır ve Kur'an'ın özü hüzündür. Benim bu hassasiyet içindeki tüm şair arkadaşlarıma tavsiyem silkinmeleri ve yeniden bir sorgulama içerisne girmeleri gerek. Diyebilirler ki sen kim oluyorsun? Canları sağ olsun.

Soru: Türkiyedeki siyasi ve sosyolojik gelişmelerin Cumhuriyet'ten günümüze Türk şiirine yansımaları ne olmuştur?

N.G.: Sadece 1923'ten günümüze değil çökmeye başladığımız günden bugüne, 1650 yılından bugüne kadar yaşanan süreç şiirimize yansımıştır. Ama asıl 1923'ten sonra birçok şey farklılaşmaya başladı. Eski kültüre bir karşı duruş, hem sanat müziğinde hem şiirde hem de diğer alanlarda çok net bir şekilde ortaya konmuştur. Divan şiirimize karşı bir başkaldırı oluşmuştur. Eski şiir anlayışımızı küçümseyen, hafife alan bir duruş. Bize onu "yüksek zümre edebiyatı" olarak öğrettiler ya, o nevi şahsına münhasır bir edebiyat, bizi ilgilendirmiyor dedikleri edebiyat var ya, aslında yüzyıllarca bu topraklarda hakim olmuş ve temel örneklerini köy odalarında dinlediğim edebiyattır. Yani "yüksek zümre edebiyatı" dedikleri edebiyatın en güzel örneklerini ben köy odasında dinlemiştim. Ben dedemden, amcamdan, babamdan divan edebiyatı şairlerinin şiirlerini dinledim.
  
Tabi bu tutum şiire yansıdı. İki türden yansıdı. İlk olarak inanç yönünden yansıdı. İkinci olarak şekli yapısı itibariyle yansıdı. Şiirimizin şekli bozuldu, öyle noktalara getirildi ki garip garip çizgiler çizerek ve o çizgilerin içine harfler yerleştirerek şiir yazmaya çalıştılar. Evet, yeni denemeler yapılabilir ama sonsuz biz özgürlüğe de sahip değildir şair. Çünkü karşısındaki muhatap insandır, okuyucudur. Siz okuyucuyu düşünerek de yazmak zorundasınız. "Ben yazıyorum, kim okursa okusun" diyemezsiniz, bu bir sorumluluk işidir. Yazıp birilerine sunuyorsanız kusura bakmayın bir sorumluluğunuz var. Yani bu patatesini satmaya çalışan bir adamın sorumluluğu kadar bir sorumluluktur. Zayi olmuş, çürümüş bir patatesi satamazsınız.
   
Bu bozulma şiir dünyamıza yansımıştır. Hem inanç hem de şekli bakımdan yansımıştır. Bu bozulmanın karşısında duran, doğru yerde kalan insanlar da yanlış insanlar olarak kabul edilmiştir. Bunların başını da Necip Fazıl çeker.




Soru: Şiire başladığınız nokta ile şu an geldiğiniz nokta arasında kat ettiğiniz mesafede hangi sıkıntıları çektiniz? Şiire yeni başlayan arkadaşlarımıza neler önerirsiniz?

N.G.: Baştan sona sıkıntı. Şiir yazmak bir fantazi değil bir çile işidir, bir ideal işidir. Canınızdan, kanınızdan, ruhunuzdan vereceksiniz. Ruhunuzu dağlayacaksınız gerekirse, yüreğinizi parçalayacaksınız ki bir şeyler ortaya koyasınız. Yıllardır bu işin çilesini çekiyorum. Hiç kimseden hiçbir şey beklemedim, halen de beklemiyorum. Ve halen istediğim şeyi yazdım mı yazamadım mı çok emin değilim.
  
Öğrenmenin sonu yoktur. Yazmaya başladığım günden beri geçen süre içinde çeşitli kademeler oluştu, çeşitli yollar katedildi ama değişen şeyler var değişmeyen tek şey var: şiire 1979-1980'de nasıl bakıyorsam bugün de aynı bakıyorum. O zaman da bu sağlam şiir bakışına ulaşmıştım. Şiiri basit bir eylemin aracı olarak hiç düşünmedim. O gün yazdığım şiir de öyledir bugün yazdığım şiir de. Değişen şeyler kelimelerdir...

İ.A.: Yeni nesillere söylemek istediğiniz son birkaç şey...


N.G.: Herkes oku oku der. Ben öyle demeyeceğim. Kalksınlar zaman zaman yürüsünler ve nereye gittiklerini düşünsünler. Mesela buradan çıkın yürüyün ve nereye yürüdüğünüzü düşünün ama bir yere karar kılmadan yürüyün. Dünyadaki halimiz de bu zaten. Tavsiye ederim gençlerimize ki evden çıkmadan, yürümeye başlamadan önce nereye yürüyeceklerinin hesabını yapsınlar.


Başta bizi kırmayıp makamına davet eden Nurullah Genç Hocamıza, Röportajı gerçekleştiren İsmail Hakkı Aykut ve İsmail Aydın'a, Kameramanımız Enes Ünal'a GENÇ KÜRSÜ olarak teşekkür ediyoruz.