Günlerdir, düşünüyorum.
Bu yazıya nasıl başlamalıyım diye. Hangi lügattan alıntı yapmalıyım, hangi sözcüklerle yazmalıyım? Dahası, ne yazmalıyım? Düşünüyorum, lâkin bulamıyorum, çölde kayıp bir vaha gibi, biçare miyim bilemiyorum. Tek bildiğim, önemli bir hissiyatın eşiğinde olduğumun bilincine sahip oluşum.
Sahi, niye burdayım? Düşünüyorum, lâkin bulamıyorum. Defalarca, defalarca, defalarca! Niye burdayım? Sahip olduğum bilincin gayesi, ne? Gayeye ulaşmak için atılan adımda; benim yerim, ne? Zirveye ulaşmaya aç, gönüllü bir karınca gibi azimli mi olmalıyım? Yoksa, en iyi bildiğim işi mi yapmalıyım?
Sahi, en iyi bildiğim işi niye, neden yapmalıyım? Çünkü, diye haykırıyor vicdanım, artık anlamamı istiyor. Elinden başka hiç bir şey gelmiyor. Anlatamıyorsun. Konuşamıyorsun. Durumun ahvalini, acziyetini kurtaramıyorsun. Sonra bir gece, ansızın, birdenbire beynime üşüşüveren düşüncelere kulak kesildim. Ve dönüp baktım ki, dünyada ne denli acılar vardı ki kainatı kasıp kavuruyor, insanı bir bir eksiltiyor, benliğinden uzak diyarlara sürüklüyordu her geçen gün. İnsanların yaşamlarını, felakete çeviren; göğün çığlıklara bulanmasına sebep olan; masumiyetin, insanlığın katillerine, acının faillerine karşın ben de yazmalıyım dedim. Yazmalıyım ki elimden gelmeyen her bir çarenin, devanın sızısını azaltayım, yok oluşa sürükleyeyim.Yazayım ki dünyaya geliş amacımı anımsamaya bir adım daha atayım. Yazayım ki ben benliğimden uzaklaşmayayım.
Çünkü, dünya acıların yarattığı bir viraneydi ve elimden yazmaktan başka hiçbir şey gelmiyordu. Ben de yazarak, yazmanın bu bilince/ vicdani hissiyata olacak katkısını duyumsayarak, su damlacığından birisi olmaya karar verdim. Öyle değil miydi ki, her bir su damlacığının vuku bulduğu ve bulacağı bir nehir, bir ırmak, bir sonsuzluk ummanı vardı.